7 Nisan 2013 Pazar

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti...,2013

Sürekli erteleyip, "nasılsa burnumun dibinde, elbet giderim" diye hep sonraya bıraktığım Kuzey Kıbrıs seyahatini nihayet bu hafta sonu gerçekleştirebildim. Gezi dönüşünde de neden bu kadar erteledim diye kendime bayağı söylendim...
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dünyada yalnızca Türkiye tarafından tanınan hem politik, hem de insanlık adına yalnız bırakılmış üçyüzbin kişilik küçücük bir ülke... Birleşmiş Milletler ve Avrupa birliğine göre burası bir ülke değil, Türkiye'nin işgali altındaki Kuzey Kıbrıs'dır.
Türkiye haricide hiç bir uluslararası merkezden buraya uçuş yok. Türkiye'den ise birçok merkezden buraya uçuş gerçekleştirilmektedir (İstanbul -Adana - Antalya - İzmir -Ankara - Gaziantep) Ayrıca THY dışında diğer özel hava yolu şirketleri Pegasus, Atlas, Onur da buraya uçmaktadır. Kıbrıs  Havaalanı ismini Şehit Pilot Binbaşı Fehmi Ercan'dan almakta. İstanbul'dan tüm hava yollarının günde toplam 10 seferi var buraya.  Uçuş 1 saat 15 dakika sürmekte. Buraya gelirken Türk vatandaşı iseniz pasaport almanıza gerek yok yalnızca nüfus kağıdı ile seyahat edebilirsiniz. Ercan havalimanı adanın başkenti Lefkoşa merkeze 15 km uzaklıkta. Lefkoşa hem KKTC' nin hem de bizim Güney Kıbrıs veya Rum tarafı, dünyanın ise Kıbrıs diye tanımladığı ülkenin de başkenti.
Çok rahat bir uçuşla varıyoruz yavru vatana. Biz sekiz kişilik bir grubuz, önceden ayarladığımız aracımız ve şoförümüz Bünyamin bey  bizi karşılıyor. Otele gidip eşyaları bırakmadan doğruca Lefkoşa'yı gezmeye koyulacağız. Çok değişik vurgusu olan farklı bir Türkçe ile karşılaşıyoruz burada. Aslında söylenen her şey çok net anlaşılıyor ama yine de farklı bir lehçe... İlk durağımız Barbarlık müzesi.  Tabi ki sabah sabah içimiz acıyor. Müze haline getirilen evde  gerçekten de 1964 yılında bir trajedi yaşanmış ve Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı doktoru binbaşı Nihat İlhan'ın eşi üç çocuğu ve evde bulunan akrabaları vahşi şekilde öldürülmüşlerdir. Hepimiz küvette cansız yatan üç çocuğun fotoğrafını hala hatırlıyoruzdur.  Aslında müzecilik anlamında çok başarılı bir yer değil ama Kıbrıs'ta Makarios döneminde yaşananları anlamak açısından amacına ulaşmaktadır . Buraya yarım saat zaman ayırdıktan sonra Lefkoşa'nın iç kısmına tarihi şehre geliyoruz. Burası ikiye bölünmüş durumda . Aslında kuzey ve güney o kadar iç içe yaşamakta ki. Arada yalnızca yeşil hat denen bir sınır var. Eski şehre Girne kapısından giriliyor ve en önemli  Osmanlı eserlerinden biri olan Büyük Han'a geliyoruz. Buranın ilk Osmanlı valisi Muzaffer bey tarafından yapılığı söylenmekte. Çok geniş bir avlusu var, avlunun ortasında da mescit. İki katlı bir bina burası ve alt katta çay bahçesi, kafeterya ve küçük küçük sempatik dükkanlar var. Üst katta ise yalnızca el işi mamuller satan dükkanlar. Kafeteryada oturup çay içip buralara özgü olan Bici bici - ki bizde de Adana ve yöresinde yapılmaktadır, fırın sütlaç ve de ekmek kadayıfı yiyoruz. Kadayıf bizdeki gibi kaymakla değil Nor peyniri ile (Lor değil) yapılmakta , çok güzel bir tadı var.
Etrafta çok sayıda Kıbrıslı var, hepsi ile sohbet ediyoruz. Çoğu Türkiyenin yardım elini çektiğinden şikayetçi, kimileri buranın yalnızca bir kumar cenneti olarak bilinmesinden son derece rahatsız. Aslında kaldığımız üç gün boyunca oldukça fazla yol teptik ama bir kumarhaneden bile başımızı uzatmadık ve buna rağmen tek bir dakikamız bile boş değildi. Yani Kıbrıs yalnızca kumar için gidilen bir yer olarak görülmemeli. Büyük handan çıkıp yürüyerek Saint Sofia Katedrali yani bugünkü Selimiye camiine geliyoruz. Aslında tipik Osmanlı dönemi camii, kilise olarak inşa edilmiş, sonra eklektik şekilde bir minare ilave edilmiş ve camiye çevrilmiş. Ben buraya cami olarak bakamadım çünkü Orta  Avrupa'da inşa edilmiş ciddi bir katedral biçiminde. Buranın yapımı 1200 lerde başlamış ve 1326 yılında katedral olarak kutsanarak açılmış. Tam anlamıyla gotik bir Bizans eseri. Tam öğle namazına (cuma günü) denk geldiğimiz için kalabalıkça bir cemaat vardı, bir de cenaze vardı, ölen kardeşleri için helva dağıtan üç kardeş... Selimiye camiinin etrafı da çok hareketli bir çarşı. Her türlü malı satan dükkan var sokaklarda. Yine caminin sağ tarafında büyükçe bir pazar. Belediye pazarı adında. Burası ilginç bir yer hem meyve sebze satılıyor, hem kıyafet, hem mobilya, hem de aksesuar . Çok büyük değil ama içeri girip bakınmakta fayda var.   

Artık acıktık bize önerilenlerin haricinde çok otantik bir restorana yer ayırtmıştık tam caminin arkasında Müze Dostları derneği Lokantası. Sahibi Leyla hanım Kıbrıs Lefkoşalı, 11 yıldır burayı işletiyormuş. Lokantanın adını değiştirmeyi düşünmüş ama herkes o şekilde tanıdığı için bırakmış. Müthiş bir yemek yedik. Buraya özgü tatlar tattık. Her öğünde hellim peyniri yedik. Burada da kızartılmış hellim ve salata geldi öncelikle. Ayrıca turşu. Çok miktarda kereviz sapı kullanmaktalar. Çakıstes dedikleri yeşil zeytin  çok tuzlu.  Köfte, tahin, kolokas (bir nevi ince uzun patatese benzeyen bir bitki) adada yetişen ıspanak vari bir otla pişirilen kuzu etinden yapılan  molohiya - kimi çok beğendi kimi hiç sevmedi - nor böreği ve ballı katmer. Şarap ve bira içtik çok keyifli bir yemekti. Restoranın içinde bulunduğu bina da 14. yüzyılda yapılmış taş bir binaydı. Buradan çıkıp uzaktan sınırdaki meşhur, barış görüşmelerinin yapıldığı Ledra Palas a bakıp ( oraya geçmemize izin yok) St. Hillarion kalesine doğru yola çıktık. 

Çok kısa bir bilgi Türk vatandaşları hiçbir şekilde Kuzey Kıbrıs'tan Güney Kıbırıs'a geçememekteler. Yeşil pasaportun da olsa, süresiz Schengen vizen de olsa olanaksız. Ama Güney Kıbrıs'tan herkes geçerli bir pasaportla Kuzey Kıbrıs'a geçebilmektedir. Kuzey Kıbrıs doğumlu olanlar Güney Kıbrıs'a geçebilmekteler. St Hilarion kalesi Girne yolu üzerinde ama hava çok kötüleşmeye başlıyor. Yine de kalenin bir bölümüne kadar tırmanıp Girne'yi seyrediyoruz. St Hilarion kalesi 10. yüzyılda inşa edilmiş ve Beşparmak dağlarında var olan üç kaleden biri... Deniz seviyesinden yüksekliği 700 metre. 

Yola devam  edip Girne'ye oradan da 5 dakika mesafede olan Bellapais'e geliyoruz. Otelimiz burada, Bellapais Gardens.  16 villadan oluşan bir butik otel çok sempatik temiz bir yer. Hiç magazinlerde ve tv lerde gördüğümüz ışıltılı Kıbrıs kumar otellerine benzeniyor. Bellapais Garden'ın bir özelliği de restoranının adanın en ünlülerinden biri olması. Otelin bahçesinde de  adada her yerde çok fazla gördüğümüz portakal, limon ve mandalina ağaçlarından var. Odalara yerleşip yarım saat sonra hava kararmaya başlarken Girne'ye şehre iniyoruz. Amacımız Girne'yi gece görmek. Hoş ertesi gün, gündüz vakti de göreceğiz.   Girne sıradan bir tatil kasabası görünümünde . Genişçe bir alışveriş caddesi var. Her tarafta bilinen Türk mağazaları, bir de gerçek Burberry's satan Nalken dükkanları. Burası, yani Kuzey Kıbrıs dünya üzerinde hiç kimse tarafından tanınmadığı halde ünlü ingiliz markası Burberrys mallarının bir kısmını burada üretmekte ve bunların fazlarını da burada satmakta. Şöyle bir örnek vereyim İstanbul Burberry's deki bir erkek paltosu 3000 TL ler seviyesindeyse, burada rahatlıkla 750 TL ye alabilmektesiniz. Aslında burada her şey ucuz. Alkol, giyim, yemek-içmek her şey Türkiye fiyatının üçte biri veya yarı fiyatı. Çarşı pazar gezip - fazla gezemedik çünkü 18.30 da kapatıyorlar - bir barda biraz içtikten sonra yer ayırttığımız Park Marine' e gidiyoruz . Gayet keyifli bir balık restoranı. Bu restoran aynı zamanda Kuzey Kıbrıs'ın en büyük balık restoranı. Yemekler çok güzel, Lagos ve deniz Levreği -  balıkları - ayrıca ahtapot ve kalamarı da gayet iyi yapıyorlar. Ayrıca canlı müzik de vardı, sesi Kayahan'a bire bir benzeyen sempatik Erdinç diye bir şarkıcı gitarı ile müzik yapıyordu. Meğerse Kayahan'ın yeğeniymiş. Çok yorulduğumuz için kalkıyor ve otele gidip yatıyoruz.  Aslında bize buralarda önerilen başka restoranlar vardı ama hepsi İstanbul'da da olan (Dragon ) veya Fransız mutfağı tarzında yemek veren yerlerdi, o yüzden Park Marine doğru seçimdi.
Ertesi sabah hellim ızgara ve diğer kahvaltılıklar ile karnımızı doyurduktan sonra atıyoruz kendimizi sokaklara. İlk durak  Karaoğlanoğlu Şehitliği... Burası 1974 Kıbrıs Barış Harekatında şehit düşen askerler için yapılmış. İki sütün var girişte, iki heykel grubu, bunlardan biri Türkiye'yi diğeri Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni simgelemekteymiş. Şehitlikte iki asker var, gelenlere burası ile ilgili açıklamalarda bulunuyorlar. Çok içten yüksek ve etkileyici bir ses tonuyla konuşuyorlardı. Buranın solunda yine bombalanan bir ev müze haline getirilmiş. Müzeye doğru giderken Açık hava araç müzesinden geçiyoruz. Rum'lardan kalan ve Türkler tarafından ele geçirilen tanklar toplar ve personel taşıma araçları sergilenmekte. Şehitlik ve müzede ayıracağınız zaman yaklaşık yarım saat, en çok 45 dakika. 
Mavi Köşk'e doğru yola çıkıyoruz. Çok korunaklı ve Beşparmak dağları arasına gizlenmiş, vakti zamanının en önemli ve lüks yapılarından biri. Burası Türk Barış gücü askerlerine bağlı bir kışla içerisinde. Mavi Köşk'e girmek için önce bir kontrol noktasında durdurulmaktasınız. Son ana kadar bir şey görülmemekte. Sonra mavi panjurları olan iki katlı büyükçe bir villa çıkıyor karşınıza . Buranın önemi Makarios'un avukatı da olan Ortdoğu'nun en büyük ve ünlü silah kaçakçısı Pavlides'in hem evi, hem de gizli toplantılarının (hem iş, hem aşk) mekanı olması. O dönem için çok lüks sayılan ama şimdi gördüğünüzde içindeki eşyalar ile bu çağ için çok fazla bir anlam ifade etmemekte. Köşkün içini yalnız olarak dolaşmanız yasak. Bir rehber (asker) sizi büyük gruplar halinde her tarafı anlatarak gezdiriyor. Bana en ilginç gelen içinde Sofia Loren'in de yıkandığı, salonun ortasındaki süt havuzu ve alt katta eğlence mekanı olarak inşa edilen restoranın dışındaki şarap çeşmesi... 1974 yılında barış harekatında köşkün sahibi kaçakçı, baskından kaçıyor ve akıbeti bilinmiyor. Buraya giriş 3 TL yaklaşık 1 saat sürüyor. Buralara gelmişken  görmenizi öneriyorum.
Artık yavaş yavaş acıkıyoruz. Yemek için yer seçimimiz buranın üçüncü (Türkler ve Rumlardan sonra) etnik grubu olan Maronitlerin bölgesinde, Koruçam köyü. Maronitler Lübnan dan gelip buraya yerleşen Arap kökenli Hristiyanlar. Rumca ve Türkçe konuşuyorlar. Koruçam köyünün tam ortasındaki kilise buraların en görkemli binalarından biri. Öğlen yemeğini buradaki salaş Yorgo Restorant'da yiyeceğiz. Buralara gelmişseniz kesinlikle uğramanız gereken bir yer . Sahipleri Yorgo ve kızı Maria kendileri işletiyorlar, Maria hanım bizzat kasaplık yapıyor. Yediğimiz  yemekler müthişti. Etraf gerçekten salaş, plastik sandalyeler, sıradan tabak  çatal bıçak takımları. Ev yapımı şarap plastik şişede sunuluyor ama buraya özgü fırın kebap veya diğer ismiyle küp kebap parmaklarınızı de yedirtiyor. Mezeler de süperdi. Turşu (özellikle kereviz sapı ve pancar turşusu) çakıstes (yeşil zeytin) tahin, ki yoğurt ve nor peyniri ile karıştırtılmış, cacık - rum usulü koyu süzme yoğurttan yapılmış, helim ızgara, salata bile farklı güzeldi. Şarap ev yapımı ve kesinlikle çok güzeldi. Şarap istemeyenler için rakı da vardı tabi ki... Tıka basa yedik hesap adam başı 60 TL geldi.

Buradan çıkıp biraz etrafta dolandıktan sonra tekrar Girne'ye dönüp önceki akşam gezindiğimiz limana geliyoruz.  Biraz dolandıktan sonra da Girne kalesini geziyoruz.Bu kale tüm Kıbrıs'taki en önemli yapılardan biri. İlk yapım evresi 7. yüzyıla uzanıyor. Kale Osmanlılara savaşılmaksızın teslim edildiği için hemen hemen hasırsız vaziyette. Kaleyi gezmek için 1 saatlik bir zaman ayırmanız gerekmekte. Ayrıca tepeden çok iyi liman ve şehir manzaraları yakalanabilmekte. Kaleden indikten sonra limanda bir cafede oturup soluklanıp tekrar sokaklara dağılıp biraz alışveriş yapıyoruz. Cumartesi olması nedeniyle her taraf oldukça kalabalıktı. Hava kararmaya başladığında kaldığımız otele giderken otele 5 dakikalık yürüme mesafesinde bulunan Bellapais Manastırı'nın akşam halini görmek için buraya geliyoruz. Manastırın hemen dibindeki Kybele Restoran Cafe de harika Gregoryan tarzda müzik çalmakta ve biz müthiş güzel aydınlatılmış manastırın dibinde soğuk havaya rağmen şaraplarımızı yudumlayıp otele öyle dönüyoruz. Öğlen o kadar çok yemişiz ki yemeğe gidiş saatimizi geciktirip saat 21.30 da yemeğe  oturduk.Otelin restoranı buranın, bu civarın en iyi yemek yerlerinden biri. Gerçekten de süper iyi bir Fransız restoranı. Şarapları çok güzel ve çeşitli, benim yediğim yemekler enginarlı salata ve ördek çok başarılıydı.
Sabah erken kahvaltıdan sonra tekrar gece halini gördüğümüz Bellapais manastırını geziyoruz. Hava müthiş güneşli ve sıcak. Manastırın yapım tarihi 1190 lara dayanmakta. Barış manastırı olarak da tercüme edilebilir. Çok iyi korunmuş ve bakımlı bir yer. Yine beni çok etkileyen yanı her tarafta limon, portakal, turunç ve mandalina ağaçlarının olması...Otelden eşyalarımızı alıp öyle ayrıldık, çünkü günün sonunda doğrudan  havaalanı na gideceğiz. İlk durağımız Gazi Magosa . Burayı gezmeye başlamadan önce ihtilaflı olan Maraş bölgesini de sınırından gördük. Maraş Türk'lerin elinde olmasına rağmen  1974 den beri halka kapalı. İçeride yalnızca Türk askeri personeli ve Uno mensupları dolaşabilmekte. İnsan üzülüyor. Bombalanmış binalar biraz da tabiatın etkisiyle feci vaziyetteler. Her tarafta fotoğraf ve video çekilmez uyarıları var. Çaktırmadan çekiyorum bir iki kare... Buraya yarım saat vakit ayırdıktan sonra Magosa merkeze geliyoruz. Çok sempatik bir yer.  Doğu Akdeniz Üniversitesi burada olduğu için çok sayıda öğrenci var. Nüfus çok genç . İlgimi çeken şehirde çok sayıda yabancı olmasıydı. Çekik gözlü, melez, zenci genç üniversite öğrencileri... Merkeze aracı park edip etrafı geziyoruz. Meydan da çok güzel bir katedral var ama tabi burası da camiye çevrilmiş. Lala Mustafa Paşa camii. Lüzinyanlar döneminde 1290 lı yıllarda  yapılmış olan katedralin girişinde bulunan tropikal incir ağacı adanın en eski canlılarından biri olup 700 yıllıktır. Caminin yanındaki Namık Kemal büstü buraya da adını vermekte . Namık Kemal meydanındayız. Buranın batısındaki Venedik sarayının kalıntılarının yanında Namık Kemal'in sürgüne gönderilip atıldığı zindan bulunmakta. Ben aceleci davranıp başka yerlere koştururken bir grup arkadaş müzeyi açtırıp Namık Kemal'in yattığı hücreyi de görmüşler.
Yine bu meydanın solunda St George kilisesi ve St Francis  kiliselerinin kalıntıları bulunmakta. Gotik eserler... Buradaki turumuzu sonlandırıp alışveriş caddesinin sonundaki bir cafe de oturup soluklanıp aracımıza atlayıp St Barnabas Manastırına - ikon ve arkeoloji müzesine- gidiyoruz.  Çok eski bir yapı Barnabas manastırı 477 yılında yapılmış ve gayet sağlam bir şekilde bugüne kadar gelmiş. İçindeki ikonların büyük kısmı 18. yy dan kalma.  Müze ise bölgenin en geniş müzesi Kıbrısın Neolitik döneminden Roma dönemine kadar çok sayıda eseri bünyesinde barındırmaktadır. Yalnız müzecilik ve teşhir açısından çok iptidai...
Manastırdan çıkınca yol üstünde gördüğümüz kral mezarlarından birine giriyoruz. Ben bizim buradaki Gordion'da Midas'ın olduğu sanılan kral mezarları gibi bir şey beklerken ,yalnızca yukarıdan bakılmak üzere planlanmış bir kral mezarı çıkıyor karşıma. Öyle çok fazla görülecek veya anlam yüklenecek bir şey değil. Yolun hemen 1 km ötesinde ise Kıbrıs'ın en eski antik kentinin kalıntılarına ulaşıyoruz. MÖ 11 yüzyılda kurulduğu sanılan Salamis antik kenti oldukça geniş bir alana yayılmış vaziyette. Burada görülen kalıntıların tamamı Roma dönemine ait. Çok sayıda yabancı turist le karşılaşıyoruz buralarda. Hakkı ile gezmek isterseniz 1,5 - 2 saat ayırmanız gerekli. Tiyatro, forum ve gymnasium , hamam gibi bölümleri gayet iyi vaziyette kalmış durumda . Acıktığımız için biz hızlı şekilde 1 saatte gezip bitiriyoruz. Bu ören yerlerine girerken küçük meblağlarda para alınmakta. Örneğin Salamis harabelerinde 3,5 TL Barnabes manastırında kişi başı 2 TL almaktadırlar... (yabancıysanız yani Türk değilseniz çarpı 3 )
Kıbrıs'ta yemek yiyeceğimiz son mekana, Kemal'in Yeri'ne balık yemeğe geliyoruz. Burası İskele boğazında çok şeker ve çok ünlü bir restoran. Yer bulabilmek için önceden yer ayırtmanız gerekmekte. Çok keyifli meze ve balık yiyoruz. Özellikle Akdeniz balıklarından lagos, akya ve deniz levreği istiyoruz. Kemal bey'in  mezeleri de süper. Hava desen şaheser. Hepimiz dışarıda oturmaktan ve 2013 yılının ilk güneş ışınları ile yanmaktan çok mutluyuz. İki saatlik süren ve çok keyifli geçen yemekten sonra havalimanına gitmeden önce yeni turizm bölgesi ilan edilen Bafra'daki otelleri görmeye gidiyoruz.  Meşhur Nuhun Gemisi, Artemis gibi dev asa ama bence çevre görüntüsünü katleden oteller burada, bunlara dışarıdan bakıp uçağı kaçırmamak için yavaş yavaş Ercan havalimanın  yolunu tutuyoruz....

Adresler & Telefonlar
Müze Dostları Derneği Restoranı  228 93 45  Selimiye Camii Avlusu / Lefkoşa
Park Marina Restoran 533 862 08 38 Mersin Cad. No11 Yeni Liman Yolu/Girne
Yorgo Kasap Restaurant  724 20 60 - 724 20 28 / Koruçam köyü
Kybele Bar & Restaurant 815 75 31 Bellapais / Girne
Bellapais Gardens Restaurant 815 60 66 / Bellapais / Girne
Kemal'in Yeri   371 33 70 / Boğaz - Yeni İskele 

Denizli, 2012

23 Nisan tatili için sabahın kör karanlığında, Türk Hava Yolları'nın tarifeli seferi ile Denizli'ye uçtuk. Uçuş 1 saat 10 dakika sürüyor. Çardak havalimanına indiğimizde alanın modernliği ve temizliği beni şaşırttı ayrıca, uçağın ful dolu olması ve günde buraya 3 sefer düzenlenmesi beni daha da şaşırttı.  Önceden ayarladığımız araç ile buluşup Denizli'nin merkezine doğru yola koyulduk.
Çardak Havalimanı ile Denizli merkez arası 60 km yaklaşık 1 saatlik bir mesafe ama yol çok rahat, virajsız otoban ve biz gayet sakin şekilde merkeze varıyoruz. Otele gitmeden önce Denizli merkeze gelmeden önce yolumuzun üzerinde olan Kaklık mağarasına gidiyoruz. Burası kükürtlü su dolu bir mağara, içine girebiliyorsunuz kötü kokuyordu ama suyun rengi cam gibiydi. O kadar berraktı ki acaba su mu diye de düşünüyorsunuz. Fakat mağara çok da iyi durumda değildi. Herhalde daha turist sezonu başlamadığı için bakım çalışmaları başlamamıştı. Mağaranın içinde sarkıt ve dikitler mevcuttu. Ayrıca dışarıdaki oyuklardan içeri sızan güneş ışınları da hoş bir görüntü oluşturmaktaydı. Mağaradan çıktıktan sonra dışarıda küçük bir havuzun içindeki su kaplumbağaları ve ördekler çok sempatikti.
Buradan yaklaşık 15 km uzaklıkta Kervansaray diye bir yere geliyoruz. Gerçekten çok güzel bir bina dışından inceliyoruz,  – içeri giremiyoruz çünkü içerisi tadilattaydı. Anadolu Selçukluları döneminde 1250 li yıllarda yapımı tamamlanan Akhan Kervansarayı'nın dışını gezip fotoğrafladıktan ve kervansarayın yaklaşık 100 mt kuzeyinde  büyük bir bahçe içinde yer alan düğün ve parti mekânını -bir ismi vardı ama hatırlamıyorum - gezdikten sonra tekrar aracımıza binip devam diyoruz… Şimdiki durağımız bayağı büyük bir eski yerleşim alanı Laodikya….

Pamukkakle yol ayrımından 5 km önceki sapaktan Helenistik dönemde Suriye kralı Antiochus tarafından karısı için kurulan Laodikya şehrine giriyoruz. Laodikya, bütün ticari yolların kesiştiği noktada olması, Menderes nehri ve kollarının suladığı çok verimli  topraklara sahip  olması ve çok Bu çevrede çıkan mermerin de  ticaretinin yapıldığı sanılır. Şehir o kadar zengindir ki Laodikya halkı şehri adeta yerle bir eden zelzeleden sonra  tamamen yeniden kendi imkânları ile Roma İmparatorluğundan yardım almayarak inşa ederler. Burada valilik yapan Cicero şehri ve zenginliklerini anlatır. Antik cağ yazarları hem bir hastanenin varlığından hem de göz hastalıklarını iyi eden bir merhemin Laodikya'da yapıldığından ve çok ünlü olan bu göz  melteminin hap haline getirildiğini ve diğer şehirlere de ihraç edildiğinden bahsederler.  İncildeki, Mektup yazılan 7 kiliseden sonuncusu olan  Laodikya günümüzde birçok Hıristiyan  grubu tarafından ziyaret edilir.  Çok geniş bir alana yayılan Laodikya önce  Kanada Quebec Üniversitesi tarafından kazılmış. Bir yüzey araştırmasından öteye gitmeyen bu erken donem kazılarında bazı yapıların yerleri tespit edilmiş ve sonrada gün ışığına çıkarılmış.  Şehirde 12.000 kişilik stadyum ve iki tiyatrosu  hemen gözümüze çarpıyor.  Son yıllarda yerel tekstil firmaları, Denizli Valiliği desteği ile burada kazı yapan Pamukkale Üniversitesi Laodikya'daki ana caddeleri ve bu caddelerde yer alan anıtsal kapıları, çeşmeleri kazıp bizlerin görmesini sağlıyorlar.  Kısa bir yol sizi kazı alanının toprak otoparkına sokuyor. Bu bölgede karsınıza ilk olarak şehrin Agorası ve kilise olarak adlandırılan büyük yapı ve şehri kuzey-güney istikametinden kesen ana cadde çıkıyor. Ana caddede yapılan kazılarda ortaya çıkan bir anıtsal çeşme ve kapı dikkatimiz çekiyor. Cadde boyunca eskiden dükkân olan binalar ve sütun sıraları yer alıyor. Caddenin sonunda ise anıtsal çeşme bulunuyor. Anıtsal çeşmeyi süsleyen mimari parça ve kabartmalar burada her yere yayılmış durumda. Çevrede bulunan haçtan bu çeşmenin daha geç dönemlerde bir kiliseye çevrildiğini anlıyoruz. Buradan sağa doğru ilerleyen bir patika sizi Laodikya'nın küçük tiyatrosuna götürüyor. Son yıllarda üzerindeki toprağı temizlenmiş tiyatro sahne binasının dışında çok iyi korunmuş durumda. Buradan kısa bir yürüyüş sizi daha büyük bir tiyatronun kalıntılarına getiriyor.  Şehrin batı tarafında yer alan stadyum oldukça iyi korunmuş durumda. Yaklaşık 12.000 kişi aldığı düşünülüyor. Laodikya stadyumunda atletizm yarışmaları, güreş, cirit atma ve gladyatör dövüşlerinin yapıldığı sanılmakta. 
Burayı hakkıyla gezmek için en az 1,5 - 2 saate ihtiyacınız var.  Artık karnımız acıkıyor ama yol üstünde Pamukkale şaraplarının satış yeri vardı girip bakındık, şarap tattık, meye şarapları – vişne ve ahududu gerçekten güzeldi ama emsallerine göre çok pahallıydı almadan çıktık ve Denizli merkeze geldik. Aracı bir yere park ederek şehrin içinde yürüyerek yemek yiyeceğimiz yere gidiyoruz. Denizli'nin içi beklediğimden daha iyi ama yine de öyle fazla gelişmiş bir yer değil. Aslında Pamukkale ilçesinin bağlı olduğu bu kadar turist alan bir yerin çok daha gelişmiş olması beklenirdi ama olmamış. Sokaklarda daha ziyade civar köylerden gelmiş insanlar vardı veya şöyle ifade edeyim köylülerin alışverişe geldikleri büyük bir pazar yeri gibiydi. Yemek yiyeceğimiz yer Kebapçı Halil namı diğer Pala. Bayramyeri diye bir semti var orada. Eski Denizli merkezinin en gelişmiş yeri de bu Bayramyeri. Büyükçe bir meydan ve sokaklar açılmakta buraya. Yine olmayan kaleye istinaden adı verilen Kaleiçi semti ile komşu burası. Pala buradaki üçüncü kuşak. Küçücük bir yer fakat müthiş bir kebap yiyorsunuz. Denizli kebabı bir yaşına gelmemiş erkek kuzulardan yapılırmış. Biraz yağlı ama süper. Gözünüzün önünde odun ateşi ile yanan bir fırında pişiyor.  Burası ile çok önemli bir özellik, kesinlikle çatal bıçak yok. Hanımlar yiyemeyiz falan dediler, yan dükkândan bile getirtmedi. Ama derler ya, parmaklarımızı bile yedik. Salata /söğüş domates yerken biraz zorlandık ama elle yemek de keyifliydi. Kesin ÖNERİ…
Yemek için yaklaşık bir buçuk saat zaman ayırdık. Sonra kahvelerimizi de içtikten sonra Denizli merkez turuna devam ettik.  Buranın kapalı çarşısından geçerek sebze meyve çarşısına geldik. Ben hala insanların bizleri turist zannetmelerine alışabilmiş değilim. Denizli merkezde herkes Türkçe konuşmamıza rağmen hala garip garip bakıp "turist mi bunlar lan" diye birbirine soruyor…
Buldan bezlerinin ve havlu satılan bir alışveriş merkezinde bayağı zaman geçirdikten sonra otelimize gidiyoruz. Otel Lykus River... Denizli'nin kaplıca bölgesi Karahayıt'ta. Saat 16.00 da otele vardığımızda bu koskoca tesis bomboştu. Dediler ki bize, burada sistem farklı işlemekteymiş aksam saat 17.00 de tüm otel ful dolar, sabah da saat 10.00 da bomboş olurmuş, inanmadım tabii ki ama akşam yemekte gerçekten de boş masa bulamadık. Burada kaplıcalar var. Gayet iyi ve çok sıcak, önce kaplıcaya giriyoruz sonrada balıklara ayaklarımızdaki ölü etlerimizi yolduruyoruz. (DR Fish diye bir bölüm var, aynen Sivas'ta balıkların sedef hastalarını, iyileştirdikleri gibi ayaklardaki ölü etleri yiyor balıklar).
Otel saat 17 30 dan itibaren mahşeri bir kalabalığa erişiyor Türk olarak bizim gruptan başka 2-3 aile daha var. Kalanlar yabancı, ama her milletten var.
Çok yorgun olduğumuz için erken yatıyoruz, sabah erkenden iki saat yol yapıp Afrodisias'a gideceğiz. Çok erken değil ama saat 9.30 da yola çıkıyoruz ve saat 11.30 da Afrodisias' ın bağlı olduğu Geyre'ye geliyoruz. Aslında Geyre, Aydın iline bağlı ama bu kadar yakınına kadar gelmişken burasını kaçırmak olmazdı. Kenan Erim burası için çok çalışma yapmış ve buranın bugünkü şekli ile ortaya çıkmasına çabalamış bir bilim adamı arkeolog. 1990 yılında öldüğünde de buraya gömülmüş. Afrodisias için uzun uzun bir şey yazmayacağım kendinizin gelip görmesi gerekiyor.  Antik kent olarak gerçekten arkeoloji ile ilgilenmeyen birisinin dahi çok rahatlıkla neyin nerede olduğunu anlayacak bir plan ve yerleşim düzenine sahip. Tüm tarihi binalar çok iyi korunmuş ve iyi restore edilmiş durumda.  Aydın veya Denizli'ye yolunuz düşerse iki saat uzaklıktaki bu bence Dünya mirasına alınması gereken arkeolojik şehre gelip gezin. Çok hoş bir müzesi de var. Koç vakfı çok destek sağlamış, ayrıca daima açık olan, sevgili dostum Mesut Ilgım'ın ve Kenan Erim in fotoğraf sergisi var. Buradan Afrodisias ile ilgili güzel kitaplardan da bir tane edinmenizi şiddetle salık vermekteyim. Bu müthiş ören yerini gezmek için yaklaşık 2,5 – 3 saat, daha detaylı gezecekseniz en az 4 saate ihtiyacınız var.  Hemen hatırlatayım biz Afrosisias'ı gezmeden yemek yedik. Onun Arkeolojik alana girmeden önce yaklaşık 1 km mesafede Anatolia restoran diye bir yer var.  Çok hoş, otantik, yemekleri de oldukça iyi. Başka bir yerde macera aramaya değmez. Restoranın eski ve köy havası veren bir bar dekorasyonu var. Ayrıca turistler için sapında papağan olan bir bağlama ustası da var.  Dönüşümüzde otele gitmek yerine – hava daha hala aydınlık olduğu için – Karahayıt'taki kırmızı travertenleri görmeye gidiyoruz. Öyle çok görülesi bir şey değil ama buralara kadar gelmişken yapılmadan dönülmesin diye onu da yaptık.


Erken saatte araçlarımıza atlıyor ve otele 5 dakika mesafedeki Hieropolis'e yani Pamukkale'ye geliyoruz. Daha önce Pamukkale'ye gelmiş olmama rağmen Hieropolis'i hatırlamıyorum. Bence Afrodisias kadar önemli bir antik yerleşim. Burası Denizliye 17 km uzaklıkta ve 2 girişi var biri Pamukale'den diğeri Karahayıt'tan. Ören yerine giriş 10 TL ama müze kartınız varsa ücretsiz. Yine aynı şekilde Afrodisias da giriş ücreti 20 TL idi müze kart ücretsiz.

Hierapolis çok eski bir yerleşim, buluntular MÖ 1900 yıllarına kadar geri gidiyor. Altın dönemini MS 150 lerde yaşıyor. Termal sular nedeni ile burası zengin yaşlıların gelip tedavi olduğu bir merkez haline gelmekteymiş.  Hem Roma, hem Bizans, hemde Selçuklu döneminde önemini büyük ölçüde koruyor. Yine burayı da sizlere Afrodisias gibi detaylı olarak anlatmayacağım çünkü çok önemli kesinlikle görülmesi gerekiyor. Pamukkale 1988 yılında UNESCO dünya mirasına alındı. Travertenler ilk gördüğüme nazaran çok daha iyi durumdaydı. Herhalde bunda Unesco'nun katkısı vardır.  Travertenlerin içindeki su o kadar mavi ki anlatamam. Ayrıca artık biz de hazinelerimizi koruma konusunda önlem almaya başlamışız, insanların travertenlere ayakkabı, tokyo, takunya veya sandalet ile basması yasak. Ondan dolayı da travertenlerin kırılması veya kirlenmesi ile ilgili sorunlar minimize olmuş durumda.  Travertenleri gezme süresi size kalmış durumda. Su sıcak, ayaklarınız üşümüyor, Pamukkale köyü girişine adar iner, tekrar yukarı tırmanabilirsiniz, ki yaklaşık 1 saat zamanınızı alacaktır. İsterseniz aradan da dönebilirsiniz. Hierapolis'e geri dönünce size önerim Antik havuza girmeniz.
Antik Havuz, Pamukkale’nin yani Hierapolis’in en önemli simgelerinden biri. Özellikle sağlığa faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri olarak kabul edilir. Yılda milyonlarca kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi gelmektedir.  Roma İmparatorluğu Dönemi’nde antik kente ve etrafına kurulan 15’ten fazla hamama insanlar gelir ve sağlıklarına kavuşurlarmış. Bugünki antik havuzu meydana getiren M.S. VII. yüzyılda oluşan depremdir. Böyle bir yerde, kaynayan (60 derce)  üstelik mineralli, köpüren bir suda yüzmek, antik sütunların üzerinden geçmek ve bazı yerlerde bunların üstüne çıkıp poz vermek fırsatı hiçbir ülkede karşımıza çıkmaz… Antik havuz çevresinde düzgün işletilen 2 kafeterya da var. Bunlarda bira veya başka içeceklerde bulabilmektesiniz. Orada oturup patates kızartması domates salatası ve buz gibi bir bira süper iyi gitti doğrusu.  Çok hoş hafif bir müzik çalıyordu ama saat 14.00 e doğru sihir bozuldu çok kalabalıklaştı ve civar illerden ve ilçelerden çok kişi geldi.  Aslında o gün şansımıza – doğrusu biz kendimiz seçtik tabii ki bu günü dolayısıyla şansımızı kendimiz yarattık – Türk yıldızları Pamukkale travertenler ve antik kent üzerinde gösteri uçuşu yapacaklardı. Normal kalabalığın üzerine, bir de bu gösteriyi kaçırmamak için etraftan gelenleri düşündüğünüzde muazzam bir kalabalıktı, ama ne olursa olsun o kadar göğüs kabartıcı, gurur verici bir gösteriydi ki anlatamam. Hatta birçok kişi, arkadaşlarımız bile hıçkıra hıçkıra ağladılar. Tabi biraz da hüzünlüydü çünkü bir Türk yıldızı tam bir ay önce düşmüştü, onun da etkisi vardı.

Kalabalıktı, çok kalabalıktı.  Gösterilerden sonra Hierapolis kentinde kazılardan çıkanlarla oluşturulan müzeyi de gezdik. 3 bölümden oluşmaktaydı. Buraya girerken para vermek gerekmekteydi. Kişi başı 5.- TL. ve müzekart geçmiyor. Çok keyifli, öğretici ve fotoğraf açısından doyurucu Pamukkale Traverten ve Hierapolis gezimizi noktalayıp arka çıkış kapısından ayrılıyoruz. Kalabalıktan ve trafikten dolayı yaklaşık 15 dakika aracımızı beklemek durumunda kalıyoruz. Sonra Karahayıtta yemek yemeğe karar veriyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz, mangal yapan bir kır lokantası vardı, oraya kurulduk ve çok keyifli bir yemek yedik. Aslında ne yemeğiydi o da belli değildi, insanlar o saatte çay içerken biz biralı rakılı mangal yaptık, neyse akşam az yemeğe karar verdik.
 

Artık bugün ayrılıyoruz Denizli'ye veda edeceğiz.  Modern ve yeni inşa edilen Denizli tarafından araba ile geçiyoruz. Türkiye’deki tüm şehirlerimiz gibi burada da Yeni Denizli diye bir bölge var ve buraya Toki konutları inşa edilmiş. Kimileri "modernite" diyecek ama standart, her yerdeki evler ve alıveriş merkezleri gibi olmuş. Ben böyle söylenince aracımızın şoförü bizi çok ilginç bir yere götürüyor. Bayramyeri'nde daha doğrusu yan sokaklarında eski bir seze meyve hali var, burası geçen yıl restore edilmiş. Yine pazar gibi sebze ve meyve satılmakta, ayrıca peynir ve süt ürünleri de ve büyükçe bir markette var. Ayrıca hem cafe hem de restoran yapmışlar. İsmi Çok İyi - avlu bazar. Gerçekten de adı gibi çok iyi. Şehrin içindeki eski bir halin ve pazarın restore edilip tekrar bu amaçla işletilmesi gerçekten şehre değer katmış. Buradan zamanı gelince kalkıp Çardak havalimanına doğru yöneliyoruz. Aslında daha zamanımız var, o yüzden alana gelince girmeyip, Acıgöl kıyısında biraz araçla gidip kıyısında biraz fotoğraf çekip bizi evimize götürecek uçağa binmek üzere alana doğru yola koyuluyoruz.
 





Zanzibar - Dar es Salaam / Tanzanya, 2012

Türk hava yollarının yeni aldığı B700-900 uçağı ile gayet rahat bir şekilde 7 saatte Tanzanya'nın başşehri Dar es Salaam'a vardık. İstanbul çıkışlı Hindistan ve Afrika uçuşlarının saatleri ne yazık ki çok kötü. Sabahın tam anlamıyla kör karanlığında saat 03.00 de Dar es Salam Julius Nyerere International havaalanına indik. Çok daha kötü bir havaalanı ve servis bekliyordum. Ama pasaport işleri ve çıkışımız gayet hızlı oldu.
Otelden bizi aldırmaları için bir araç rica etmiştim ama ne yazık ki kimse yok. Hava serin, boğucu bir sıcaklık yok, ama üşümüyorsunuz da. Biz orada ikimiz, iki valizle kaldık. Hemen bir taksi ayarladım. Baştan burası hakkında araştırma yaptığım için her şeye güvensizlikle yaklaştım. Havaalanında taksi tarifelerini yazmışlar. Hemen bizim otelin ismini arıyorum Oyster Bay'de Best Western, karşısında Tanzanya parası ile fiyatı yazıyor. Şoför arkadaş İngilizce bilmiyor, fiyatı gösteriyorum OK mi, OK adam bir şeyler söylüyor, arada kafa sallıyor, neyse binip yaklaşık 45 dakikada Oyster Bay'de ki uluslararası otelimize geliyoruz. Rezervasyon var ama nedense sabahın saat 3. 45 inde bir sürü formalite, bilgisayar çalışmıyor, taksi şoförü daha fazla para istiyor, resepsiyon görevlisi uykulu ne dediğimizi anlamıyor, neyse geniş ve konforlu odamıza varmamız 15 dakikayı alıyor. Booking.com dan yaptığım seçimlerde daha bugüne kadar yanılmadım, bu otel de çok iyi çıktı.
Sabah saat 9.30 da kahvaltıya iniyoruz, çok sıcak, pervaneler bile yetişmiyor, otel sempatik bir Afrika oteli ama kahvaltıda hiçbir şey kalmamış. Sadece bir kaç pörsümüş tropik meyve ve zeytinyağına dönüşmüş tereyağı… Neyse bunlara hiç takmadık bugüne kadar, yine takılmıyoruz personel süper şeker etrafımızda pervane oluyor, bizi kahvaltıda rahat ettirmek için… ama ben acele ediyorum ve resepsiyondan Zanzibar adasına gidecek feribot hakkında bilgi topluyorum. Amacım feribotu kullanmak, hem yerel halk ile birlikte gitmek ,hem de okyanusta Zanzibar çevresindeki diğer küçük adaları görmek. Uçak ve feribot arasında çok fazla fiyat farkı yok, feribot tabii ki nispeten biraz daha ucuz. Eğer feribotu beğenmezsek dönüşte uçarız deyip otelden ayrılıyoruz.
 Taksi bizi Dar es Salam'dan kalkan feribotların limanına götürüyor. Ama feci bir curcuna var, herkes sizin valizinize saldırıyor ve kendi gemi şirketine çekmeye çalışıyor. İstanbul’dan yaptığım araştırmaya göre Sea Star feries en iyisi ben de ısrarla onları aradığımı söyleyerek, hem kendimi, hem de eşimi etraftaki çığırtkanların ellerinden kurtararak büroya atıyorum. Aslında garip bir duygu, hiç bilmediğin bir ülkede derme çatma bir ofis / dükkân,  adam kapıyı kapatmış senden pasaportlarını ve ücreti istiyor. Fazla uzatmadan birinci sınıf iki kişilik yer ve Sea Star için bilet istediğimi söylüyorum, yaklaşık 15 dakika sonra bizim pasaportlar ve bizde 20 yıl önce kullanılan karbon kopyalı otobüs bileti benzer biletler ile birlikte tekrar sokağa çıkıp cümbüşün içine dalıyoruz. Limana gelince biletimizi gösterip daha sakin ve korunaklı bölgeye giriyoruz ve bizim gideceğimiz saatte Sea Star ile değil de Flying Horse ile gideceğimizi öğreniyoruz. Çok da dert etmiyoruz. Birinci sınıf üst katta klimatize bir salon,  ama her yer neredeyse dolu ve herkes turist. Yerliler ekonomi sınıfında seyahat ediyor. Kesin öneridir eğer Dar'dan (Dar es Salaam’ın kısaltılmışı Dar) Zanzibar'a feribot ile gidecekseniz kesin 1. Sınıf seyahat edin parasal fark 10 $ (Birinci sınıf 40, ekonomi 30) Ekonomi sınıfı tamamen yerli halk tarafından doldurulmuş, size çok sempatik bakmıyorlar, kesinlikle fotoğraf çektirmiyorlar, çektiğinizi görünce bağırıp çağırıyorlar, size bakıp kendi lisanlarında alay ediyorlar ama en önemlisi gözlerinizin içine kötü bakıyorlar. O yüzden bunu çekmemek için serin bir yerde bir buçuk saat geçirmek daha keyifli. İstediğiniz vakit de dışarı çıkabiliyorsunuz.

Feribotun ekonomi bölümünün iç kısmı ise hiç önermiyorum, çünkü hem çok sıcak, hem de insanlar alt alta, üst üste, çok da çocuk var. Bu arada vapurun / feribotun içinde ezan/ kuran yayını var… Doksan dakika çabuk geçiyor ve biz Zanzibar adasının limanına yanaşıyoruz. Neyse tahminimden daha çabuk boşalıyor feribot ama burada da adaya girebilmek için vize almak gerekiyor. Çok fazla bir formalitesi yok bir form dolduruyorsunuz pasaportunuza damga vuruyorlar, ama daha da önemlisi buraya girerken uluslararası aşı belgenizi soruyorlar. Allahtan benimki pasaportumun arasındaydı, bayan memur baktı tamam dedi, eşimin yanında yoktu, o zaman iğne yapacağız deyince benim Türk aklı hemen çalıştı ve onun da aşısı var, benim defterde işli dedim ve hanım memure inandı veya ben öyle sandım, geçmemize izin verdi. Adaya geçince polis noktasında turist info var, taksi istedim çünkü gideceğimiz otel Nungwi bölgesinde ve yaklaşık 1,5 saat uzaklıkta. Turizm bürosunda dediler ki 40 $ dan fazla değil daha fazla vermeyin, taksici ile daha arabaya binmeden atışmaya başladık adam 55 $ diyor neyse 45 $ a hallettik.


Zanzibar'da doğa müthiş, her tarafta muhteşem büyük tropik bitkiler var, her taraf yemyeşil. Ada halkının % 95 i Müslüman ve kadınlar kapalı. Zanzibar tarih boyunca hep bir takım ülkelerin egemenliği altında olmuş. Sümerler, Asurlular, Mısırlılar, Hintliler, Çinliler, Persler, Portekizler, Umman Sultanlığı, Hollandalılar ve en son İngilizler burada hüküm sürmüşler. En sonunda 1963 yılında İngilizler'den bağımsızlığını almış, ama düşmanları ve başka halkların boyunduruğu altına grime korkusundan dolayı özerk bir bölge olarak 1964 yılında Tanzanya'ya bağlanmışlar. Zanzibar İki adadan oluşmaktadır, başkent Stone Town'un üzerinde bulunduğu Unguja ve Pemba. Toplam nüfusu 1 milyonu biraz aşkın. Ülkemizle saat farkı 1 ( bizden bir saat ilerideler). Fakir bir ada, ana gelir kaynağı turizm ve çok daha da önemlisi baharat… Bunları ilk başta bayağı kavga ettiğimiz şoförümüz ile konuşuyoruz. Zanzibar'da halk yabancılara nispeten daha iyi davranıyor. En azından kötü bakmıyorlar, bir de biz de müslümanız deyince garipsemiyor, bizi olduğumuz gibi kabul ediyorlar.


90 dakika sonunda Nungwi Beach'de yine booking.com dan ayırttığım otelimize, Doubletree'ye geliyoruz. Odalar çok güzel, konforlu, otel de süper. Burada 3 gece kalacağız. Otelin çevre düzenlemesi, plajı, restoranları, havuzu ve masaj bölümü fevkalade. Deniz çok dalgalı olduğundan  önce kıyıda güneşlenip havuza giriyor ve havuz barında keyifle buz gibi beyaz şarap yudumluyoruz. Gece otel müthiş bir ambiyans yapmış, kumlar üzerinde yemek yiyeceğiz. Dolunay var, çok güzel... Afrika müziği ve yemekler de açık büfe olmasına rağmen oldukça iyi. Kumlar üzerindeki masaların tamamı dolu. Tesadüfen bizden başka bir Türk çift ve dört kişilik bir Türk aile daha var burada. Gece saat 23 olmasına rağmen hava hala ılık ve tatlı bir rüzgâr dalgaları kıyıya götürüyor, getiriyor. Afrika gerçekten çok güzel…


Ertesi sabah erken kalkıp kahvaltıdan önce denize girmek istiyoruz ama o ne? Deniz yok. Gerçekten deniz 1 km uzakta ve bütün tekneler karada… İnsanlar kumsal haline gelmiş denizde yürüyor, yerel kadınlar ürünler satıyorlar ama deniz yok… Biz de rahat rahat kahvaltı ettikten sonra gel git olayından dolayı yaklaşık 800 mt çekilmiş denizde ara sıra ayağımızın altından kaçarcasına yürüyen yengeçlere basmamaya çalışarak, karaya çekilmiş gibi duran teknelerin arasından yaklaşık 2 km yürüdük. Süper bakir, bir o kadar da güzel… Yürürken deniz kumunu karıştıran birçok yerli kadın gördük. Otel görevlisine ne yaptıklarını sorunca, denizde kaybedilen eşyaları aradıklarını söylediler. Otelimizden yaklaşık 2,5 km ilerinde keyifli bir kafede kahve içip geriye döndük. Saat 3 – 3,30 gibi deniz geri geldi. Bu sefer de, öğlenden sonraları, oldukça şiddetli dalgalar çıkıyor. Biz de sadece Zanzibar'a kadar gelmişken denize girmemezlik etmemiş olmak için denize / okyanusa girdik. Ama aslında girmeseydik de bir şey kaçırmazdık. Canım ülkemin sularına alışmış kişiler olarak okyanus suyu gerçekten yavan geliyor. Ama tabii ki dalga olmayınca, su camgöbeği rengi alıyor ki, o da gerçekten güzel görünüyor.


Su yavan ama sıcak, çok tuzlu değil ve çok dalgalı. Aksam kendi otelimizde değil de, otelin yakınında başka  bir otel olan Z otelin içindeki Saruche'de yemeğe karar veriyoruz. Otel bize taksi ile gitmemizi salık veriyor. Ama binmemiz ile inmemiz bir oluyor, çünkü aradaki mesafe yalnızca 10 dakika. Tedbiri elden bırakmayarak gece de aynı taksiyi çağırıyoruz, etraf çok karanlık ve her köşede toplanmış çok sayıda yerli halk var. Neticede ödediğimiz taksi bedeli bu kadar kısa bir mesafe için -gidiş dönüş olarak-  25 $.  Saruche'nin içinde bulunduğu Z otel çok keyifli ve güzel bir yer. Aslında booking.com' da ki ikinci tercihimizdi ama Doubletrree daha uluslararası olduğu için onu seçmiştim. Bu otelin arkasında da çok keyili bir çarşı, sörf klubü, cafe, bar ve restoran var.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        
Saruche'de emek süperdi, harika bir şarap ve deniz mahsulleri gerçekten iyiydi. Ama isteyen için et de mevuttu. Fiyat hiç de öyle korkulacak gibi değildi. Sonradan otelin dışında yer alan kompleksteki gece kulübüne de gidecektik ama hem restoranda keyifli vakit geçirdiğimiz için, hem de sabah erkenden baş şehir Stone Town ve baharat turu yapacağımızdan dolayı kalkıp otelimize geliyoruz.
Sabah uzaktaki denize bakıp – aslında bugün deniz daha az çekilmiş gibiydi – kahvaltı ettikten sonra, önceden ayarladığımız araba ve rehberi beklemeye koyulduk. Saat tam 9.30 da geldiler. Gel git olayını onlara da sordum, gel gitin şiddeti her zaman aynı olmuyormuş, ama yine de bir  sistematiği varmış ve haftada bir gün de gel git olmuyormuş. Herhalde periyodunu 6 günde tamamlıyor ondan.

Araba ile çıkıp önce baharat turu yapıyoruz. Baharat turu özel ekilmiş alanlarda yapılıyor;  birbirinden farklı baharat bitkileri var.  Bir rehber sizinle birlikte gelmekte ve size bu tarlalar ve baharatlar hakkında bilgi veriyor. Zanzibar dünyada karanfil üretimi açısından birinci durumda ve bunun haricinde birçok başkaları var.  Bana çok ilginç geldi, çünkü nutmeg ismindeki değişik bir baharat ile ilk kez burada tanıştım, ayrıca vanilya ve tarçın çubukları, yılang yılang gibi bir sürü başka baharatı da ilk kez dalında burada gördüm. Baharat turu yaklaşık iki saat sürüyor, turun sonunda da size yapraklardan ve çiçeklerden yapılmış el yapımı şapkalar, kolyeler ve bilezikler veriyorlar. Tüm baharatları tattırıp, tropik orman meyvelerini de ikram ediyorlar. Ben özellikle papayayı çok beğendim.

Ayrılıp başkent Stone Town'a geliyoruz. Rehberimiz ve şoförümüz bizimle birlikte. Stone Town çok karakteristik bir şehir, Tanzanya’ya ve Zanzibar'a gelirseniz kesinlikle gelinmesi lazım. Özellikle ara sokaklar... Bayağı alışveriş var. Burada ne buluyorsunuz, özellikle el işleri, baharat ve resim. Bence resim açısından çok iddialı... Ayrıca, ağaç ve taş oymaları da çok güzel. Fiyatlar da tamamıyla pazarlığa bağlı ve çok ama çok ucuza satın alabiliyorsunuz. Stone Town da sizi özellikle dar, eski sokaklar ve de kapılar büyülüyor.

UNESCO Dünya mirası olarak koruma altına alınan Stone Town'da özellikle görülmesi gerekenler arasında buranın pazarı, çok önemli bir yapı olmasa da katedral ve hemen katedralin bahçesinin yanında yer alan, esirler ve esirliğin kaldırılması anısına yapılmış değişik bir anıt, esir odaları- ki buraya girdiğinizde kendinizi gerçekten kötü hissediyorsunuz, çünkü 50 metre karelik bir odaya istifleme olarak ve de zincirlenmiş şekilde 250 köle yerleştiriliyormuş. Eski ve dar sokaklarda yürürken Arap, Hint ve Umman Sultanlığı zamanından kalma kapıları fotoğraflamak keyifli oluyor. Stone town'da  1800 lü yıllarda yapılmış olan Sultan'ın sarayı veya bilinen adı ile Beit el Ajayip – yani acayiplikler evi - görülmesi gereken yerlerden. Büyük  bir meydan, içinde bir saat kulesi var ve çok katlı bir bina, şu anda Müze olarak kullanılıyor. 

Müzede aslında hiçbir şey yok gibi yalnızca 4 kat çıkıp terastan kuş bakışı Zanzibar manzaraları yakalamaktasınız. Bahçede ise alışveriş var. Özellikle çok sayıda ve değişik resim var. Çoğunlukla Masail figürleri var, çünkü Tanzanya'da ana karada çok sayıda Masai yaşamakta.   Acayiplikler evinin hemen yanında eski Arap kalesi var. Burası da 1700 lerde Araplar tarafından, siyah taşlardan yapılmış bir kale, içerisine giremedim çünkü içeride ki anfiteatrda halka açık konserler düzenlenmekte, tesadüfen de o gün prova vardı gezemedim.
Zanzibar'ın en güzel otellerin biri olan Serena'da hafif bir şeyler atıştırıp 1,5 saat sürecek olan dönüş yoluna geçtik. Serena otelde bir kahve içmek veya yemek yemek için durmanızı öneririm, pahallı ama çok keyifli ve standartları yüksek olan bir yer. Akşam otelde Masai'lerin gösterileri vardı. Afrika’ya geldiğinizde her yerde değişik kavimlerin yaptıkları tarz gösterilerden birini sundular, ama ben şahsen keyif aldım.

Ertesi gün yarım gün dalgalı ama turkuaz mavisi denize girip Zanzibar'a veda ediyoruz. Bu sefer feribot ile değil 30 $ daha fazla verip uçak ile dönüyoruz. Zanzibar ile Dar arasında uçan 3 hava yolu firması var.  Zanair- Precious ve Air Tanzania . Aslında Air Kenya da uçuyor ama onların farklı bir takım formaliteleri varmış. Aynen girişte olduğu gibi burada da sanki ülkeden çıkıyormuş gibi işlemlere tabi olup, pasaporta damga yedikten sonra terminale geçiyorsunuz. Şirket olarak Precious ile uçtum gayet rahattı, zaten uçuş 25 dakika sürüyor. 25 dakika altınızda sadece okyanus görüp doğrudan havalimanına iniyorsunuz. Kendimizi otele atıp, üstümüzü değiştirip hemen dışarı çıkıyoruz. Aslında Dar' da yapılacak çok şey ve gidilecek yer pek fazla değil. Zanzibar'da tanıştığımız yaşlı bir İsveçli çiftten öğrendiğimiz Slipway'e gittik.
Burası bir otel kompleksi ama ayrıca yerel alışveriş de var. Küçük küçük otantik ürünler satan kulübeler, bağırış çağırış Tanzanyalı'lar,"buradan al, çok ucuz" diye sizi içeri sokmaya çalışıyorlar, pazarlıktan hoşlanıyorsanız güzel. 100 metrelik bir çarşı burası, yürüyerek geçip Slipway'e geliyorsunuz... Büyükçe bir otel, alışveriş merkezi, bar ve gece kulübü... Tam deniz kenarındaki bir masaya oturup keyifle yemek yiyoruz. Dar es Salaam'da bir gün kalacak birine, önerilebilecek tek yer burası. Hem otantik, hem de uluslararası standartta. Yine deniz mahsulleri ağırlıklı yedik ve çok da önemli bir meblağ ödemedik. Daha önce anlaştığımız ve saat 23.00 de gelmesini söylediğimiz taksiye binerek dönüyoruz. Burada  öncelikli önemli olan, pazarlık yapıp aracınızı ayarlamak... Taksilerin telefon numaralarını muhakkak alınız. Hepsi İngilizce konuştuğu için anlaşmada sorun yaşamıyorsunuz.
Ertesi gün bir tam günümüz var ve sonra veda edeceğiz bu ülkeye. Neler yapılır diye araştırdık. En yakın safari 4 saat uzaklıkta. O zaman yakındaki yerlere bakındık. Ulusal müze, merkezde fena değil, aslında ülkemizdeki müzelerle kıyaslamayacaksınız tabii ki, kendilerince en büyük müzeleri yarım saatte kıyı bucak her yer gezilebiliyor. Buradan çıkıp Mwenge Handcraft Center'e gidiyoruz. Büyükçe bir yerel alışveriş bölgesi. El işleri, resim, çanak çömlek, Afrika kıyafetleri satılıyor. Fiyatları en uygun olan bölge burası.  Yine şehrin merkezine 4-5 km uzaklıkta bulunan The Village Museum'a gidiyoruz Burada Tanzanya’da var olan 18 etnik kabilenin evlerinin birebir kopyası yapılmış ve içleri onların yaşadığı şekillerde döşenmiş.  Tabii ki ilginç ve de çok ilkel geliyor. Ama rehberin bize anlattığına göre şu andaki başbakanları da, cumhurbaşkanları da köylerindeyken böyle evlerde otururlarmış.Bize bir de dans gösterisi sunduktan sonra - bahşiş karşılığı tabi ki - buradan ayrılıyoruz.
Şehrin içinde görülmesi gereken balık pazarını geziyorum. Şayet kokuya, düşmanca bakışlara ve de pisliğe hazırsanız fotoğraf çekmek için girip kareler yakalayabilirsiniz. Yoksa tavsiye etmem. Posta binası ve  Askari monument (heykeli) dedikleri şeyler öyle çok ilginizi çekecek veya görmeye değer bulunacak yapıtlar değil bana göre. Asker heykeli bizde her köşe başında bulunacak heykellerden biri. Öğlen taksi şoföründen bizi doğru dürüst yemek yiyebileceğimiz bir yere götürmesini rica ettik,  Anghiti diye bir restorana gittik, gayet kalabalık olmasına rağmen pek beklentilerimizi karşılamadı. Kapalı bir mekan olduğu için, bir bira içip bir de pilav, salata gibi daha bildiğimiz şeyleri söyleyip fazla oyalanmadan kalktık.

Burada da taksi ile günlük anlaşabilirsiniz. Sabahtan akşama kadar benim ödediğim 90 US $ dı yaklaşık 50 km yaptık ama araç bize bağlanmıştı tüm gün boyunca. Toplu taşıma ile de bu söylediklerimi yapabilirsiniz Dar'da.  Buradaki toplu taşıma araçlarına Dala Dala deniyor ve bizim minibüslerin yanlarının açık olanları şeklindeler. Aynı Dala dala'lar Zanzibar'da da mevcut ve ada halkı özellikle bunları kullanmakta ya da yürümekteler.
Tanzanya’ya geldiğinizde buraya en az bir hafta ama en ideali 10 gün ayırmanız gerekli. 3 gün Zanzibar, 3 -4 gün rüya gibi Serengeti'de Safari, hemen yakındaki Ngorongoro Kraterinde 1-2 gün ve Tanganika gölünü görmeniz için ideal bir süre olabilir. Buranın para birimi Tanzanya Schiling ve kısaca Tash diye geçiyor. Resmi lisan Swahili ve her yerde geçen sihirli sözcük “Hakuna Matata” yani sorun yok…
Tüm gezginlere Zanzibar'ı kesinlikle öneriyorum…