31 Mart 2013 Pazar

Bangkong & Kuzey Tayland , 2008


Türk Hava Yolları ile hem rahat hem de rötarsız 9,5  saat süren bir uçuşla  öğle saatlerinde Tayland’ın başkenti Bangkok’un Suvarnabhumi havaalanına iniyoruz. Tayca Bangkok’un ismi Krung Theb ve “Melekler Şehri” anlamına gelmektedir. Bu on milyon nüfuslu ekonomik açıdan çok canlı şehir için yalnızca bir gün ayırabildiğimiz için çok sıkı bir program yapıp hemen şehrin önemli ören yerlerine gitmeye başlıyoruz. Ülke hakkında birkaç önemli bilgi. Türkiye’den çok daha kötü ve sıkışık bir trafiğe sahip, para birimi baht, Budizmi çok yoğun yaşamaktalar ve de krallarına inanılmaz ölçüde saygı ile bağlılar. Kazıklanmamak için çok dikkat etmek lazım, hatta her şeyde pazarlık yapmak önemli.


Bangkok’ta 1780 yılında inşa edilen ve de bugün sadece seremonilerde kullanılan Grand Palace (Büyük saray), zümrüt budaya ev sahipliği yapan Wat Phra Kaew tapınağı, 16. Yüzyılda inşa edilmiş ve içinde Tayland’da bulunan en büyük yatan buda heykelini barındıran Wat Pro tapınağı ve özgürlük meydanı bu kısa süre içinde gezip gördüğümüz yerler. Akşam için ise şehrin eğlence bölgesi Pat Pong da geziniyoruz. Burası hem gece pazarı, hem eğlence merkezi, hem de batakhane bölgesi. Bu bölgede Tayland’da çok sayıda bulunan travesti ve transseksüellere rastlanmaktadır.Değerli eşya ve paralara dikkat, çok sayıda gasp ve kap kaç olmakta.

Ertesi gün öğlen saatlerinde Bangkok Airways’in rengârenk uçağı ile 45 dakika uçarak Tayland’ın eski Kraliyet başkenti Sukhotai’e varıp ve yine rengârenk otobüsümüz ile üç dakika uzaklıktaki otelimiz Sukhotai Heritage Resort’a giriş yaptık. Bölgenin en iyi konaklama tesisi burası.  Yollardaki insanların hemen hemen hepsi güler yüzlü sempatik küçük insanlar.
Ülke nüfusunun % 94 ü Budist. Rehberimiz,  kendisinin de bundan önce uzun süre Monk’luk yaptığını, ama sonradan ayrıldığını anlattı. Ülkedeki tüm erkekler – kral dahil – 15 gün de olsa hayatlarının bir döneminde tapınaklara girerek monk eğitimi alıyorlarmış. Rehberimizin verdiği diğer bir bilgi boyu 1.65 in altında olan erkekleri askere almıyorlarmış dolayısıyla Taylandlı erkeklerin %80 i askerlik yapmıyormuş. 

1,5 saatlik bir otobüs yolculuğu yaparak  bir zamanlar var olan Sukhotai krallığının başkenti olan Si Satchanalai’a geliyoryz. Buranın en önemli eseri 39 adet fil ile süslenmiş olan Wat Cham Lom tapınağı idi. Tapınak bakıma alınmıştı fil ve buda heykelleri onarılıyordu temizlik yapılıyordu ama tapınak güneş ışığının da etkisi ile muhteşem bir görüntü sunuyordu bizlere…
Öğle yemeğinde  Thai mutfağının spesiyalitesi olan ve sürekli her yemekte yiyeceğimiz Papaya salatası ile tanışıyoruz . Yemekten sonra hiç ara vermeden Sukhtai Tarihi Parkını – ki burası Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmıştır- gezdik. Klasik dönem Thai sanatını görmek ve öğrenmek açısından kesinlikle keyif veren bir yer olan parkı gezmenizi önermekteyim. Parktan sonra Sukhotai merkezini, ana caddesini ve pazarını gezdik. Çok fazla turist olmaması ve gerçekten yerli halkın yiyecek alışverişi için kullandığı pazarın içi  ilginç ama hem koku, hem de görüntü açısından zorlayıcıydı. Şaşırtıcı gelen fare kızartası görmem ve insanların da bunu rahatça yiyebilmesiydi.


Çekirge kızartması ise daha kabul edilebilir olmasına rağmen yine de biraz mide kaldırıcıydı. Pazardaki tropik ve Tayland’a özgü olan meyveler ise çok lezzetliydi. Longan, muz, ananas, ağaç kavunu tat olarak müthişti. Yorgun argın otele döndükten sonra kendimizi otelin müthiş havuzuna atıp tropik içkilerimizi içerek kendimize geldik ve keyifle akşam yemeği yedik.

Sabah erkenden kalkarak Sukhotai’e veda ediyoruz. Bu sefer sempatik ve egzotik havaalanından değil de otobüs ile Lampang üzerinden kuzeyin gülü diye anılan Chiang Mai’e doğru yola çıkıyoruz. Chiang Mai 1,7 milyonluk nüfusu ile Tayland’ın ikinci büyük şehri. İlk gün burada kalmadan doğrudan Mae Hong Son’a uçacağız.  Yol üstünde Doi Suthep tapınağına  gidiyoruz.  Altın kaplama ile süslenmiş ana stupa göz kamaştırarak ve de parlayarak şehre yukarıdan bakmakta. Chiang Mai havaalanı altınızda kalmakta ve kalkan uçakların üstünden bakıyoruz. Her taraf yemyeşil ağaçlar ve değişik binalar ile süslü, Doi Suthep tepesinden ayrılarak havalimanına doğru yola çıkıyoruz.
   

Uçak ile 35 dakika uçarak camdan görünen müthiş bir dağı aştıktan sonra Tayland ortalamasına göre yüksek bir rakımda bulanan Mae Hong Son’a varıyoruz. Şehir oldukça yükseğe kurulmuş ve ilk anda buradaki polis ve silahlı güçler dikkatimizi çekiyor. Anlaşılması aslında çok da zor değil çünkü burası hem Birmanya (Myanmar) sınırı hem de uyuşturucu ticaretinin yoğun ve yaygın olduğu bir yer. Mae Hong Son doğal güzellik olarak nefes kesici. Prahat Doi Kong Moo tepesine çıktığımızda buranın bir Monk eğitim yeri olduğunu görüyoruz. Her tarafta turunculu küçük monklar, hoca monklar tarafından eğitilmekteler.
  

Sabah erken kalkıp Zürafa kadınların yaşadığı köye gidiyoruz. Bunun için yaklaşık 1 saat otobüs ile gidip bir orman köyünde iniyoruz. Yerel halkın yaptığı Thai votkasının hem imalatını görüp hem de tadına bakıyoruz, alkol oranı % 46 ama tadı geniz yakmaktan başka bir şeye benzemiyor. Ardından buradaki filler ile ormanın içinden geçerek Ban Huay Dua ya varıyoruz. Fil gezisi görülmeye ve yapılmaya değer bir şey. Küçük nehir teknelerine atlayıp çamurlu bir suda yaklaşık 10 dakika gidiyoruz. Nehir gezisi çok iyi geliyor çünkü hava oldukça sıcak ama nehirde giderken çarpan rüzgar iyi geliyor. Ayrıca etraf o kadar ağaçlıklı ki seyretmek bile insanı serinletmekteydi.
 

Sonunda Long Neck Kayan Village’e geliyoruz. Mae Hong Son’a yabancıların gelmesinin tek nedeni uzun boyunlu kadınlar.  Aslında bence burada etik bir sorun var. Bu kadınlar, bizler gibi saatlerce süren yolculuktan sonra  görmek isteyenlere mostralık gibi gösteriliyor yani bir nevi hayvanat bahçesi veya sirk gibi. Hoş burası  normal bir köy ve kadınlar burada aktif olarak hem yaşamakta hem de üretimde bulunmaktalar. Zürafa boyunlu kadınlar küçük el işleri, ağaç oymalar, yiyecek bir takım şeyler, alkollü yerel içkiler ve hediyelik eşyalar satmaktalar. Ayrıca çok ilkel tezgahlarda kumaş dokumaktalar. Okulları, tapınakları, sosyalleşme yerleri var. Sattıkları mallar için öyle fazla tezahürat veya bağırış, çağırış cazgırlık falan yapmıyorlar diğer Taylandlılar gibi. Biz de hem yaratılan etik soruna çözüm olması açısından hem de burayı çok otantik bulduğumuz için pazarlıksız alışveriş yapıyoruz. Acı dolu bakan ve derin çizgilerle kaplı yüzleri biraz da olsa gülümsüyor.  

Buraya 2-3 saat ayırdıktan sonra yemek için tekrar tekneler ve otobüs ile Mae Hong Song a geri dönüp yemek sonrasında da uçak ile Chiang Mai’e geri uçuyoruz. Bu şehirdeki en önemli olay gece pazarı (night market). Tüm Güneydoğu ve Uzakdoğu Asya ülkelerinde bilindiği gibi gece pazar alışverişleri çok revaçtadır. Gece pazarı klasik Asya pazarlarındaki gibi her türlü mamulü içeriyor. Şehrin ana caddesinde hem sabit dükkanlar hem de her akşam saat 18.00 de açılıp sonra 23.00 de toplanan stantların üstünde gerçeğinden çakmasına kadar yiyecekten antikaya kadar her türlü mal satılmakta.


Sabah yine yollardayız. Önce Kuzey Tayland’ın el sanatlarının yapıldığı ve satıldığı sanayi bölgesi olarak nitelendirilen San Kampaeng’a gidiyoruz. Burası 5-6 km uzunluğunda sanayi çarşısı gibi bir yer. Yan yana üretim tesisleri ve fabrikalar ve hepsinin de satış yerleri var. Fiyatları tabi ki pazarlarda satılanlardan daha fazla ama en azından çok çeşit ve daha iyi kaliteli mallar görülebilmekte. Sırasıyla ipek fabrikası, teak ürünleri tesisi, değerli taş işleme tesisi, Celadon fabrikası (Celadon Tayland’ın meşhur yeşil porselenleri) ve en sonunda Bo Sang da şemsiye üretim merkezlerine girip öğlen yemeğine kadar bu ülkenin ekonomisini hem öğrenip hem de kalkındırıp geldik.

Daha sonra  Chiang Rai’e doğru yol almaya başlıyoruz . Yolda giderken Mae Chan den geçip Orta Asya’dan göçüp gelmiş olan Akha kabilelerinin  köyüne giriyoruz. Akha’lar, Moğol ve Tatar karışımı bir ırk. Feci fakirler ama kıyafetleri ilginç. Bir eve girdik ev tabi ki çok iptidai idi ve gece karanlığında gördüğümüz kadarıyla tüm evler de aynı şekildeydi. Market gibi bir yerde kurutulmuş balıktan kokmuş yumurtaya kadar her şey satılmaktaydı. Tayland’ın en kuzeyinde yer alan Chiang Rai ise ülkenin en zengin bölgesi çünkü ana ekonomik kaynak uyuşturucu ticareti. Evlerin biçimi, kalitesi dolaşan arabalar, mağazalar birden şekil değiştiriyor. Yolda çok sayıda polis kontrol noktası var ama ilginçtir çoğunda polis yok. Bizim için, kapanmasına rağmen tekrar açılan Opium (esrar) müzesine giriyoruz. Esrarın bu bölge için önemini yarım saatlik bir gezi ile çok iyi anlıyoruz. Ayrıca buranın adı Altın Üçgen (Burada öyle deniliyor). Mekong nehri burada öyle bir kıvrım yapmakta ki Birmanya, Laos ve Tayland ülkeleri ile bir üçgen oluşturmakta. Nehir kıyısında büyükçe altın kaplama bir buda heykeli görüyoruz ve önünden geçerek otelimize giriyoruz. Gece karanlığında ve aşırı yağmurdan dolayı tam göremediğimiz çılgın manzarayı ertesi sabah saat 06.00 da hareket saatinde görüyoruz. Yağmurun da etkisi ile bulutlar sanki nehre kadar inmiş, akan sarı bir su her ton yeşil ve beyaz yoğun bir sis. Hiçbir şey yapmadan oturup keyif ile seyredebilirsiniz.

Tepeden bakıldığında üç ülkenin oluşturduğu üçgen bariz şekilde görülebilmekte. Gece önünden geçtiğimiz buda heykelini bu sefer gündüz gözüyle görüyoruz. Yaklaşık 20-25 metre boyunda merdivenler ile yarısına kadar çıkılabilen ve sanki bir kalyona binmiş şekilde yapılmış olan heykelde biraz oyalandıktan sonra 1,5 saatlik çılgın yeşil bir coğrafya içindeki yolculuktan sonra sınır bölgesi Chiang Kong a varıyor ve Tayland a veda edip en iptidai sınır kapısından Laos a geçiyoruz. Kuzey Tayland gerçek gezginlerin kaçırmaması gereken bir yer….


30 Mart 2013 Cumartesi

Endonezya / Jakarta & Sulawesi , 2010

Türk Hava Yolları’nın, Endonezya’nın başkenti Jakarta’ya (Türkçesi Cakarta) sefer koyması ile bu felaketler ülkesine ulaşmak oldukça kolaylaştı. Tam bir yıl öncesinden tüm rezervasyonlarımızı yapmamıza rağmen Endonezya’da görmeyi çok istediğimiz Borobodur tapınağını ve Yogyocarta şehrini maalesef Merapi yanardağının püskürmesinden dolayı göremedik. Yine seyahat planımızı değiştirip Sumatra’ya giderken burada oluşan deprem ve tsunamiden dolayı buraya da gidemedik, kaldı en son ama en sağlam seçenek  Sulawesi adası…

Endonezya yaklaşık 17.500 adadan meydana gelen 240 milyonu aşkın nüfusu ile dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesidir. Yine dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesidir. (Halkın % 90 ı Müslüman)  Bu kadar çok adaya sahip olmasına rağmen en kalabalık ve gelişmiş olan adaları Java, Sumatra, Kalimantan, Papua ve Sulawesi'dir. Bu seyahatte doğal afetler yüzünden yalnızca başkent Jakarta ve Sulawesi adasını gördüm, dolayısıyla sizlere yalnızca buraları aktaracağım.  Jakarta 8,5 milyonluk nüfusu ile oldukça modern bir şehir. Varoş mahalleler tabi ki var, ama başka büyük şehirlerdeki kadar gözü tırmalamıyor. Çok sayıda ünlü markaları barındıran alışveriş merkezinin yanı sıra outlet pazarları ve yerel çarşılar da çok sayıda görülebilmekte...  Ekvator kuşağına yakın olması nedeniyle çok boğucu bir havası var. Rutubet çok fazla, ısı da bizim gittiğimiz dönemde (Kasım) otuz derece civarındaydı. Gece gündüz arasındaki ısı farkı çok değil. Jakarta’nın eski adı Batavia, hala da bu adla anılan bir meydanı var.

Buraya gidip Batavia cafe de bir içki veya kahve içmenizi ve hatta gece giderseniz canlı jazz dinlemenizi özellikle tavsiye etmekteyim.   
Jakarta’nın en görülesi yerleri İstiklal Cami – Mimari eser olarak çok önemli olmasa bile yüz bin kişinin aynı anda namaz kılabilmesi açısından önemli, National Monument Monas (Ulusal anıt)ve bu anıtın içinde bulunduğu park, Çin mahallesi ve etrafındaki varoşlar ilginç. Jakarta trafiği feci kötü olan büyükşehirlerin başında gelmekte. En azından İstanbul trafiği buradan çok daha iyi…

Türk Hava Yolları ile 12 saatlik bir uçuşla Jakarta Soekharno –Hatta havalimanına iniyoruz. Akşam geç saatte vardığımız için Jakarta’da doğruca yemeğe gidiyoruz. Oasis Restoran'da bizi neredeyse davul zurna ile karşılıyorlar. Çok sempatik anormal otantik Endonezya yemekleri olan kalabalık gürültülü bir yer. Tüm yemekler aynı anda – meze şeklinde – kızlar tarafından servis ediliyor.Tıka basa doyduk. İçecek olarak çok kısıtlı bir şarap menüleri var bunu daha sonra tüm ülkede görüp yaşayacaktık, Müslüman ülke olduğu için şarap sadece ithal edilmekte ve fiyatlar da aşırı pahallıydı. Ertesi gün biraz zamanımız var erkenden büyük elektronik – elektrik toptancıların olduğu Mannga Dua plazaya gidiyoruz. Feci büyük ama biz ancak çok az kalabiliyoruz çünkü dükkanlar saat 11.00 de açılıyormuş. Üzüldük, ama en azından bir fikrimiz oldu… Öğlen bir şeyler atıştırdıktan sonra hava alanına doğru yola çıkıyoruz. Endonezya’nın hava ulaşım sistemi bence çok iyi . Hava meydanları çok medeni, çok fazla rötar ile karşılaşılmamakta, uçak filosu gayet düzgün. Çok sayıda özel ulusal hava yolu var. Biz iç hatlarda Garuda İndonesia ve Lion Air ile uçtuk. Hiç sorun olmadı. Başkent Jakarta Java adasında bulunmakta, hedefimize varmak için önce Kuzey Sulawesi ye uçmamız gerekmekte. Yaklaşık dört saatlik uçuşla Sulawesi Manado havalimanına indik. Manado'da üç gün kalacağız ve civardaki yerleri gezip su altı fotoğrafçılarının gözdesi olan Bunaken adasında dalacağız. Öncelikle hemen belirtmek istiyorum Manado'da bizim kaldığımız
Kima Bajo bölgesi posterlerde görülen manzaralara benzemekte.   


 
  
Uçsuz bucaksız beyaz kum sahiller, denizden çıkan palmiyeler, denizin ortasından fırlamış bulunan sönmüş volkanlar… Sanki masalsı bir ortamda gibisiniz… Kaldığımız tesis gerçek anlamda güzel, tamamen ahşaptan yapılmış bungalowlar, küçük bahçesi, terası, bahçedeki açık hava duşu ile kurbağa sesleri, çılgın bitkiler ile kendinizi doğanın tam ortasında buluyorsunuz. Manado da aslında tarih olarak görülecek çok da fazla şey yok. Karşılıklı iki Hindu tapınağı, ikinci dünya savaşı anısına dikilen bir kule ve en önemlisi Asya kıtasındaki en büyük, dünyada ise Brezilya'daki Corcovado heykelinden sonraki ikinci büyük İsa heykeli “Yesus Memberkati” burada… Gerçekten de ihtişamlı bir şekilde yükseliyor. Bunaken adası buraya tekne ile yarım saat mesafede.



Su altına meraklı olan herkes için görülesi bir yer. Buradakinden başka bu kadar çok ve çeşitli renkli balık, bitki, taş ve korali içinde barındıran belki de tek yer Avustralya’daki Grand Coral Reef dir.    İsteğinize göre kiraladığınız tekne ile anlaştığınız kadar zaman geçirebilirsiniz bu sularda. Bize iki buçuk saat yeterli geldi. 


Mutfak olarak balık ve deniz mahsulleri ağılıklı bir mutfağa sahipler. Fakat bu kadar gezmeme rağmen dünyada içkiye en fazla burada para verdik. Sıradan bir şişe şarap yaklaşık yüz ABD doları fiyatında. Müslüman bir ülke olmanın etkisi vardır muhakkak ki... ama yine buralarda lokal içkiler de içilmekteymiş. Manado’daki rehberimiz bizi vahşi ormanlarda gezdirirken, buraların yerli içkisi olan ve halkın kaçak olarak ürettiği Chaptikus (% 70 alkol derecesi) un, nasıl  yapıldığını görmemiz için bir yere götürdü. Gerçekten balta girmemiş ormanlarda on dakika gittikten sonra gizlenmiş ve bir çeşit meyve ve onun yapraklarının damıtılması ile oluşan acayip düzenekli ilkel bir yöntem ile karşılaştık…

    Civarın en önemli yerlerinden Tangkoko Milli Parkı ve dünyada yalnızca bu coğrafya da
bulunan en küçük maymun cinsi Tarsius ve siyah kuyruklu Makak maymunlarını bulmaya çalışıyoruz.Tarsiusları güç bela olsa da buluyoruz. Ama bizler yaklaşık iki saat boyunca feci bir sağanak yağmur altında sırılsıklam çamaşırımıza kadar ıslanıp bu sıkı ormanların içine girip garip ve çirkin hayvanı ararken, bizimle gelmeyen arkadaşlarımız kahve içip oturdukları cafenin hemen dibindeki ağaçlarda Tarsius'lar ile tanışıyorlar. Manado da deniz ve güneşin tadını çıkartıyoruz. Üç gün burada geçirdikten sonra yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşla Sulawesi adasının başkenti Makasar’a geliyoruz. Müslüman nüfusun yoğun şekilde  yaşadığı bölge …
Sulawesi adasının nüfusu on sekiz milyon. Adanın başka bir özelliği de burada kırkı aşkın lisan konuşulması. Adanın doğal güzelliği ve mercan kayalarından başka önemi ise burada yaşayan etnik Toraja’lar. Toraja buradaki diğer etnik grup olan Bugi'lerin lisanında basit bozulmamış saf dağlı anlamına gelmektedir. Makasar’dan otobüs ile sekiz saat gidip önce Bugi'lerin topraklarından geçip dağlara çıkıp Toraja'ların topraklarına, Tana Toraja’ya ve bu bölgenin baş şehri sayılan Rantepao ya geliyoruz.

Ancak buraya varmadan Erotic Mountain (erotik dağ) diye bir yerde durup soğuk bir bira içiyoruz. Manzaraya karşı tek sıra halinde bir bar masası yapmışlar ki herkes erotik dağı görsün diye. Erotik bir şeye benzetmeye çok uğraştım ama beceremedim. Rehberimiz bunun – dağ kıvrımlarının- bir kadın cinsel organına benzediğini söyledi.  Bence en son benzetilecek şeydi ama neyse… Biraz meyve – özellikle muz ve snakefruit - ki ileride anlatacağım – aldıktan sonra buraya veda ediyoruz.
Bölgedeki en büyük mimari özellik, evlerin biçiminde görülmektedir. Torajalar’ın evlerine “tongkonan” denmektedir.  Kaldığımız otel de bölgenin en iyilerinden biri ve buraya özgü evler formunda. “Toraja Heritage Hotel”. Otel hem tarihi doku ile uyum sağlaması açısından hem de servis kalitesi açısından beklentilerimizin kat be kat ötesinde… Evler tekne biçiminde, masif ve üç katlı ahşap. Çatı yapısı gerçekten ilginç… Kimileri bunu tekneye benzetirken bazıları da bufalo boynuzlarına benzetmektedirler. Evlerin önünde
gerçek bufalo boynuzları da bulunmakta. Bu boynuzların sayısı ne kadar çoğalıp kule gibi yukarı doğru uzanırsa, ev sahibinin zenginliği anlaşılmaktaymış. Çünkü Bufalo buralarda çok pahallı ve bir statü sembolü… Her şey bu hayvanlara göre ölçülmekte. En üst çatı katı pirinç depolamak için kullanılmakta. Orta kat ailelerin yaşaması için... Aslında kalabalık aileler olarak yaşadıkları için evler küçük sayılır. Ebeveynler çocuklardan ayrı yatmakta, en azından bir perde ile ayırmaktalar kendi bölümlerini. En alt kısım ise açık havada ev halkının oturup sosyalleşmesi için düşünülmüş. Burada daha yaşlı olanların yerleri belliymiş, o yüzden buralara oturmadan saygı çerçevesi içinde sormak gerekirmiş. Hayvanlar bu açık veranda gibi kısmın altında kalmaktadırlar. Tüm bu evler kuzeye bakıyorlar. Bunu iki nedene bağlamaktadırlar. Birincisi Torajalar’ın kuzeyden gelmesi ve bu teknelerini ters çevirerek sığınak olarak kullanmalarından dolayı. İkincisi ise inanışa göre kuzey hayatın gök kubbesidir ve tanrıların diyarıdır, bundan dolayı evleri kuzeye doğru yaparlarmış. Torajalar hem Sulawesi’de hem de Papua’da (Endonezya’nın diğer bir adası) yaşamaktadırlar. Ama buradakiler sayı olarak daha fazlalar.



Torajaların en büyük özelliği hayatta iken ölüme hazırlanmaları. Biz ne yazık ki cenaze törenine gidemedik ama bir düğün törenine katıldık.


Her Toraja’nın en büyük ideali öldükten sonra kendine iyi bir cenaze töreni “tomate”  yapılmasıymış. Dünyanın büyük kesiminde etnik topluluklar arasında düğünler daha önemli ve görkemli iken bu coğrafyada düğünler 2-3 saat sürmekte, halbuki cenaze törenleri bir hafta boyunca devam etmekteymiş. Torajalar’ın inanışına göre iyi yapılmayan bir cenaze, vefat edenin ailesine kötü şans getirecektir. Ölen kişinin bedeni cenaze törenine kadar evde saklanmaktadır. Cenaze töreninin yapılması da belli şartlara bağlı, akrabaların gelmesi, para bulunması, yiyeceklerin hazırlanması gibi...

     

Ama bunlar olana kadar ölü beden bir takım otlar kullanılarak bozulmamasına çalışılmakta. Bizim gördüğümüz 5 aylık bir beden vardı cenaze töreni daha yeni yapılmıştı.  Gelenler için çadırlar kurulmakta ve buralarda ağırlanmaktalarmış. Birinin cenaze törenine davet edilmesi, Toraja'larda büyük onur sayılmaktaymış. Törene katılan misafirler statülerine göre domuz veya bufalo kurban edip bunları vefat edenin ailesine verirler. Ne kadar zenginse o kadar bufalo kesilirmiş.  Tören bitince de ölen kişinin bedeni kaya mezarlarının içine konur...
 

Belli bir müddet sonra bedenden bir şey kalmıyor sadece iskeletler ortalıklarda. Bu etnik grubun inancına göre ölen kişinin sevdiği ve değer verdiği eşyalar da yanına konulabilmekte, bundan dolayı bu kaya mezarları bazen soyulmakta, o yüzden şimdi kilit altında tutulmaktaymışlar. Civarda ziyaret ettiğimiz ve önemli sayılabilecek kaya mezarları Londa ve Lemo da bulunmaktadırlar. Ayrıca bu mezarlıkların üstünde Tau tau denilen ve ölen kişileri temsil eden kukla formunda figürler var. Bunlardan özellikle Lemo da çok sayıda var. Bu evleri bir düzen ve yaşayan bir biçimde görmek istiyorsanız Kete Kesu ya gidin. Kete Kesu’da bu “tongkanon”lardan görebileceğiniz gibi, mezarlıklardan da çok sayıda var. Öğlen yemeğinde feci bir sağanak yağmura yakalandıktan sonra ve iyice dinlendikten sonra Londa’da ki mezarlığa gittik ve bence asıl burası görülmeye değerdi. Ancak eğer karanlık mağaralara girmekten, açılmış saçılmış tabutlardan ve de kurukafalardan, iskeletlerden korkuyorsanız kesinlikle tavsiye etmem. Çünkü burada gerçek anlamda ölümün kokusunu duyuyorsunuz.  

Palawa ise “tongkanon” ların en rahat gezilebildiği ve içlerine kolayca girilebilen bölgeydi. Burada güzel bir de dükkan vardı, el işçiliği ürünleri satan, ama oldukça pahallıydı.Rantapeo pazarı bu yöre insanın yediği içtiği hakkında bilgi sahibi olmanız açısından çok önemli. Bu seyahatin kazanımı ve yeni öğrenilen yiyeceği snake fruit. (yılan meyvesi) dışı tam yılan derisine benziyor, tadı ise süper kivi şeftali karışımı gibi bir şey…

Dönüş yolunda yine sekiz saat boyunca otobüsteyiz. Makassar havaalanına gelip Jakarta'ya uçacağız. Fakat aksilik bu ya lastik patlıyor. Bunun bize tek faydası oluyor yolda çok güzel fotoğraflar çekiyoruz. Ayrıca misafirperver Endonezyalı'lar beklerken evlerini bize açıyorlar. Yol kenarında öyle ahım şahım bir bina değil ama pırıl pırıl. Gayet düzgün eşyalar ile döşenmiş. Tamirat bitiyor fakat bu sefer de aşırı derecede sağanak yağmur başlıyor ve trafik tıkanıyor. Kıl payı ile uçağı yakalayacağız diyoruz, ama şimdi de çok övdüğüm Endonezya hava sistemi 2 saat rötar yapıyor. Neyse sağ salim Jakarta’ya dönüyoruz. Gece Jakarta’da Dapur Babah diye gayet keyifli bir restoranda yemek yiyoruz. Ama oldukça yorulmuşuz atıyoruz kendimizi Hotel Borobodur’un konforlu odasına .

  

Ertesi ve son günümüzde, burada yarım günden fazla zamanımız var.  Ben bu zamanın bir kısmını yazının başında anlattığım görülecek yerleri gezerek ve fotoğraf çekerek değerlendirdim. Sonra da buranın lüks alışveriş merkezini ziyaret ederek grubun kalanı ile buluştum. Plaza Indonesia Jakarta’nın en yeni ve en modern alışveriş merkezi. Büyüklük olarak bizim İstinye Parktan büyük. İçi bayağı iyi… Marka alışverişi yapmayacağımdan daha otantik şeylere yöneldim. Özellikle Batik Keris buraya gelenlerin kaçırmaması gereken bir dükkan. Öyle çok ucuz değil ama çok sayıda ve kalitede mal var. Hem kıyafet hem de ev dekorasyonu için kullanılabilecek ürünler… Ayrıca Surabaya Street de buranın en önemli alışveriş caddesi. Hem oteller, hem alışveriş merkezleri hem de küçük dükkanlar açısından oldukça zengin. Hafif bir öğle yemeğinden sonra grubun telaşından dolayı hemen hava alanına doğru yola çıkıyoruz. Bazı arkadaşlarımıza öğütlemişler hava alanına ulaşmak 3 saat sürer diye ama ne yazık ki bir saat içinde alandayız ve bizi İstanbul’a götürecek uçağımızı bekleyene kadar çeşitli şekillerde vakit geçirip saat dolduruyoruz. Havaalanı kötü değil ama yine de iki saat kapalı bir alanda kalmak çok da keyifli de...