7 Nisan 2013 Pazar

Denizli, 2012

23 Nisan tatili için sabahın kör karanlığında, Türk Hava Yolları'nın tarifeli seferi ile Denizli'ye uçtuk. Uçuş 1 saat 10 dakika sürüyor. Çardak havalimanına indiğimizde alanın modernliği ve temizliği beni şaşırttı ayrıca, uçağın ful dolu olması ve günde buraya 3 sefer düzenlenmesi beni daha da şaşırttı.  Önceden ayarladığımız araç ile buluşup Denizli'nin merkezine doğru yola koyulduk.
Çardak Havalimanı ile Denizli merkez arası 60 km yaklaşık 1 saatlik bir mesafe ama yol çok rahat, virajsız otoban ve biz gayet sakin şekilde merkeze varıyoruz. Otele gitmeden önce Denizli merkeze gelmeden önce yolumuzun üzerinde olan Kaklık mağarasına gidiyoruz. Burası kükürtlü su dolu bir mağara, içine girebiliyorsunuz kötü kokuyordu ama suyun rengi cam gibiydi. O kadar berraktı ki acaba su mu diye de düşünüyorsunuz. Fakat mağara çok da iyi durumda değildi. Herhalde daha turist sezonu başlamadığı için bakım çalışmaları başlamamıştı. Mağaranın içinde sarkıt ve dikitler mevcuttu. Ayrıca dışarıdaki oyuklardan içeri sızan güneş ışınları da hoş bir görüntü oluşturmaktaydı. Mağaradan çıktıktan sonra dışarıda küçük bir havuzun içindeki su kaplumbağaları ve ördekler çok sempatikti.
Buradan yaklaşık 15 km uzaklıkta Kervansaray diye bir yere geliyoruz. Gerçekten çok güzel bir bina dışından inceliyoruz,  – içeri giremiyoruz çünkü içerisi tadilattaydı. Anadolu Selçukluları döneminde 1250 li yıllarda yapımı tamamlanan Akhan Kervansarayı'nın dışını gezip fotoğrafladıktan ve kervansarayın yaklaşık 100 mt kuzeyinde  büyük bir bahçe içinde yer alan düğün ve parti mekânını -bir ismi vardı ama hatırlamıyorum - gezdikten sonra tekrar aracımıza binip devam diyoruz… Şimdiki durağımız bayağı büyük bir eski yerleşim alanı Laodikya….

Pamukkakle yol ayrımından 5 km önceki sapaktan Helenistik dönemde Suriye kralı Antiochus tarafından karısı için kurulan Laodikya şehrine giriyoruz. Laodikya, bütün ticari yolların kesiştiği noktada olması, Menderes nehri ve kollarının suladığı çok verimli  topraklara sahip  olması ve çok Bu çevrede çıkan mermerin de  ticaretinin yapıldığı sanılır. Şehir o kadar zengindir ki Laodikya halkı şehri adeta yerle bir eden zelzeleden sonra  tamamen yeniden kendi imkânları ile Roma İmparatorluğundan yardım almayarak inşa ederler. Burada valilik yapan Cicero şehri ve zenginliklerini anlatır. Antik cağ yazarları hem bir hastanenin varlığından hem de göz hastalıklarını iyi eden bir merhemin Laodikya'da yapıldığından ve çok ünlü olan bu göz  melteminin hap haline getirildiğini ve diğer şehirlere de ihraç edildiğinden bahsederler.  İncildeki, Mektup yazılan 7 kiliseden sonuncusu olan  Laodikya günümüzde birçok Hıristiyan  grubu tarafından ziyaret edilir.  Çok geniş bir alana yayılan Laodikya önce  Kanada Quebec Üniversitesi tarafından kazılmış. Bir yüzey araştırmasından öteye gitmeyen bu erken donem kazılarında bazı yapıların yerleri tespit edilmiş ve sonrada gün ışığına çıkarılmış.  Şehirde 12.000 kişilik stadyum ve iki tiyatrosu  hemen gözümüze çarpıyor.  Son yıllarda yerel tekstil firmaları, Denizli Valiliği desteği ile burada kazı yapan Pamukkale Üniversitesi Laodikya'daki ana caddeleri ve bu caddelerde yer alan anıtsal kapıları, çeşmeleri kazıp bizlerin görmesini sağlıyorlar.  Kısa bir yol sizi kazı alanının toprak otoparkına sokuyor. Bu bölgede karsınıza ilk olarak şehrin Agorası ve kilise olarak adlandırılan büyük yapı ve şehri kuzey-güney istikametinden kesen ana cadde çıkıyor. Ana caddede yapılan kazılarda ortaya çıkan bir anıtsal çeşme ve kapı dikkatimiz çekiyor. Cadde boyunca eskiden dükkân olan binalar ve sütun sıraları yer alıyor. Caddenin sonunda ise anıtsal çeşme bulunuyor. Anıtsal çeşmeyi süsleyen mimari parça ve kabartmalar burada her yere yayılmış durumda. Çevrede bulunan haçtan bu çeşmenin daha geç dönemlerde bir kiliseye çevrildiğini anlıyoruz. Buradan sağa doğru ilerleyen bir patika sizi Laodikya'nın küçük tiyatrosuna götürüyor. Son yıllarda üzerindeki toprağı temizlenmiş tiyatro sahne binasının dışında çok iyi korunmuş durumda. Buradan kısa bir yürüyüş sizi daha büyük bir tiyatronun kalıntılarına getiriyor.  Şehrin batı tarafında yer alan stadyum oldukça iyi korunmuş durumda. Yaklaşık 12.000 kişi aldığı düşünülüyor. Laodikya stadyumunda atletizm yarışmaları, güreş, cirit atma ve gladyatör dövüşlerinin yapıldığı sanılmakta. 
Burayı hakkıyla gezmek için en az 1,5 - 2 saate ihtiyacınız var.  Artık karnımız acıkıyor ama yol üstünde Pamukkale şaraplarının satış yeri vardı girip bakındık, şarap tattık, meye şarapları – vişne ve ahududu gerçekten güzeldi ama emsallerine göre çok pahallıydı almadan çıktık ve Denizli merkeze geldik. Aracı bir yere park ederek şehrin içinde yürüyerek yemek yiyeceğimiz yere gidiyoruz. Denizli'nin içi beklediğimden daha iyi ama yine de öyle fazla gelişmiş bir yer değil. Aslında Pamukkale ilçesinin bağlı olduğu bu kadar turist alan bir yerin çok daha gelişmiş olması beklenirdi ama olmamış. Sokaklarda daha ziyade civar köylerden gelmiş insanlar vardı veya şöyle ifade edeyim köylülerin alışverişe geldikleri büyük bir pazar yeri gibiydi. Yemek yiyeceğimiz yer Kebapçı Halil namı diğer Pala. Bayramyeri diye bir semti var orada. Eski Denizli merkezinin en gelişmiş yeri de bu Bayramyeri. Büyükçe bir meydan ve sokaklar açılmakta buraya. Yine olmayan kaleye istinaden adı verilen Kaleiçi semti ile komşu burası. Pala buradaki üçüncü kuşak. Küçücük bir yer fakat müthiş bir kebap yiyorsunuz. Denizli kebabı bir yaşına gelmemiş erkek kuzulardan yapılırmış. Biraz yağlı ama süper. Gözünüzün önünde odun ateşi ile yanan bir fırında pişiyor.  Burası ile çok önemli bir özellik, kesinlikle çatal bıçak yok. Hanımlar yiyemeyiz falan dediler, yan dükkândan bile getirtmedi. Ama derler ya, parmaklarımızı bile yedik. Salata /söğüş domates yerken biraz zorlandık ama elle yemek de keyifliydi. Kesin ÖNERİ…
Yemek için yaklaşık bir buçuk saat zaman ayırdık. Sonra kahvelerimizi de içtikten sonra Denizli merkez turuna devam ettik.  Buranın kapalı çarşısından geçerek sebze meyve çarşısına geldik. Ben hala insanların bizleri turist zannetmelerine alışabilmiş değilim. Denizli merkezde herkes Türkçe konuşmamıza rağmen hala garip garip bakıp "turist mi bunlar lan" diye birbirine soruyor…
Buldan bezlerinin ve havlu satılan bir alışveriş merkezinde bayağı zaman geçirdikten sonra otelimize gidiyoruz. Otel Lykus River... Denizli'nin kaplıca bölgesi Karahayıt'ta. Saat 16.00 da otele vardığımızda bu koskoca tesis bomboştu. Dediler ki bize, burada sistem farklı işlemekteymiş aksam saat 17.00 de tüm otel ful dolar, sabah da saat 10.00 da bomboş olurmuş, inanmadım tabii ki ama akşam yemekte gerçekten de boş masa bulamadık. Burada kaplıcalar var. Gayet iyi ve çok sıcak, önce kaplıcaya giriyoruz sonrada balıklara ayaklarımızdaki ölü etlerimizi yolduruyoruz. (DR Fish diye bir bölüm var, aynen Sivas'ta balıkların sedef hastalarını, iyileştirdikleri gibi ayaklardaki ölü etleri yiyor balıklar).
Otel saat 17 30 dan itibaren mahşeri bir kalabalığa erişiyor Türk olarak bizim gruptan başka 2-3 aile daha var. Kalanlar yabancı, ama her milletten var.
Çok yorgun olduğumuz için erken yatıyoruz, sabah erkenden iki saat yol yapıp Afrodisias'a gideceğiz. Çok erken değil ama saat 9.30 da yola çıkıyoruz ve saat 11.30 da Afrodisias' ın bağlı olduğu Geyre'ye geliyoruz. Aslında Geyre, Aydın iline bağlı ama bu kadar yakınına kadar gelmişken burasını kaçırmak olmazdı. Kenan Erim burası için çok çalışma yapmış ve buranın bugünkü şekli ile ortaya çıkmasına çabalamış bir bilim adamı arkeolog. 1990 yılında öldüğünde de buraya gömülmüş. Afrodisias için uzun uzun bir şey yazmayacağım kendinizin gelip görmesi gerekiyor.  Antik kent olarak gerçekten arkeoloji ile ilgilenmeyen birisinin dahi çok rahatlıkla neyin nerede olduğunu anlayacak bir plan ve yerleşim düzenine sahip. Tüm tarihi binalar çok iyi korunmuş ve iyi restore edilmiş durumda.  Aydın veya Denizli'ye yolunuz düşerse iki saat uzaklıktaki bu bence Dünya mirasına alınması gereken arkeolojik şehre gelip gezin. Çok hoş bir müzesi de var. Koç vakfı çok destek sağlamış, ayrıca daima açık olan, sevgili dostum Mesut Ilgım'ın ve Kenan Erim in fotoğraf sergisi var. Buradan Afrodisias ile ilgili güzel kitaplardan da bir tane edinmenizi şiddetle salık vermekteyim. Bu müthiş ören yerini gezmek için yaklaşık 2,5 – 3 saat, daha detaylı gezecekseniz en az 4 saate ihtiyacınız var.  Hemen hatırlatayım biz Afrosisias'ı gezmeden yemek yedik. Onun Arkeolojik alana girmeden önce yaklaşık 1 km mesafede Anatolia restoran diye bir yer var.  Çok hoş, otantik, yemekleri de oldukça iyi. Başka bir yerde macera aramaya değmez. Restoranın eski ve köy havası veren bir bar dekorasyonu var. Ayrıca turistler için sapında papağan olan bir bağlama ustası da var.  Dönüşümüzde otele gitmek yerine – hava daha hala aydınlık olduğu için – Karahayıt'taki kırmızı travertenleri görmeye gidiyoruz. Öyle çok görülesi bir şey değil ama buralara kadar gelmişken yapılmadan dönülmesin diye onu da yaptık.


Erken saatte araçlarımıza atlıyor ve otele 5 dakika mesafedeki Hieropolis'e yani Pamukkale'ye geliyoruz. Daha önce Pamukkale'ye gelmiş olmama rağmen Hieropolis'i hatırlamıyorum. Bence Afrodisias kadar önemli bir antik yerleşim. Burası Denizliye 17 km uzaklıkta ve 2 girişi var biri Pamukale'den diğeri Karahayıt'tan. Ören yerine giriş 10 TL ama müze kartınız varsa ücretsiz. Yine aynı şekilde Afrodisias da giriş ücreti 20 TL idi müze kart ücretsiz.

Hierapolis çok eski bir yerleşim, buluntular MÖ 1900 yıllarına kadar geri gidiyor. Altın dönemini MS 150 lerde yaşıyor. Termal sular nedeni ile burası zengin yaşlıların gelip tedavi olduğu bir merkez haline gelmekteymiş.  Hem Roma, hem Bizans, hemde Selçuklu döneminde önemini büyük ölçüde koruyor. Yine burayı da sizlere Afrodisias gibi detaylı olarak anlatmayacağım çünkü çok önemli kesinlikle görülmesi gerekiyor. Pamukkale 1988 yılında UNESCO dünya mirasına alındı. Travertenler ilk gördüğüme nazaran çok daha iyi durumdaydı. Herhalde bunda Unesco'nun katkısı vardır.  Travertenlerin içindeki su o kadar mavi ki anlatamam. Ayrıca artık biz de hazinelerimizi koruma konusunda önlem almaya başlamışız, insanların travertenlere ayakkabı, tokyo, takunya veya sandalet ile basması yasak. Ondan dolayı da travertenlerin kırılması veya kirlenmesi ile ilgili sorunlar minimize olmuş durumda.  Travertenleri gezme süresi size kalmış durumda. Su sıcak, ayaklarınız üşümüyor, Pamukkale köyü girişine adar iner, tekrar yukarı tırmanabilirsiniz, ki yaklaşık 1 saat zamanınızı alacaktır. İsterseniz aradan da dönebilirsiniz. Hierapolis'e geri dönünce size önerim Antik havuza girmeniz.
Antik Havuz, Pamukkale’nin yani Hierapolis’in en önemli simgelerinden biri. Özellikle sağlığa faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri olarak kabul edilir. Yılda milyonlarca kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi gelmektedir.  Roma İmparatorluğu Dönemi’nde antik kente ve etrafına kurulan 15’ten fazla hamama insanlar gelir ve sağlıklarına kavuşurlarmış. Bugünki antik havuzu meydana getiren M.S. VII. yüzyılda oluşan depremdir. Böyle bir yerde, kaynayan (60 derce)  üstelik mineralli, köpüren bir suda yüzmek, antik sütunların üzerinden geçmek ve bazı yerlerde bunların üstüne çıkıp poz vermek fırsatı hiçbir ülkede karşımıza çıkmaz… Antik havuz çevresinde düzgün işletilen 2 kafeterya da var. Bunlarda bira veya başka içeceklerde bulabilmektesiniz. Orada oturup patates kızartması domates salatası ve buz gibi bir bira süper iyi gitti doğrusu.  Çok hoş hafif bir müzik çalıyordu ama saat 14.00 e doğru sihir bozuldu çok kalabalıklaştı ve civar illerden ve ilçelerden çok kişi geldi.  Aslında o gün şansımıza – doğrusu biz kendimiz seçtik tabii ki bu günü dolayısıyla şansımızı kendimiz yarattık – Türk yıldızları Pamukkale travertenler ve antik kent üzerinde gösteri uçuşu yapacaklardı. Normal kalabalığın üzerine, bir de bu gösteriyi kaçırmamak için etraftan gelenleri düşündüğünüzde muazzam bir kalabalıktı, ama ne olursa olsun o kadar göğüs kabartıcı, gurur verici bir gösteriydi ki anlatamam. Hatta birçok kişi, arkadaşlarımız bile hıçkıra hıçkıra ağladılar. Tabi biraz da hüzünlüydü çünkü bir Türk yıldızı tam bir ay önce düşmüştü, onun da etkisi vardı.

Kalabalıktı, çok kalabalıktı.  Gösterilerden sonra Hierapolis kentinde kazılardan çıkanlarla oluşturulan müzeyi de gezdik. 3 bölümden oluşmaktaydı. Buraya girerken para vermek gerekmekteydi. Kişi başı 5.- TL. ve müzekart geçmiyor. Çok keyifli, öğretici ve fotoğraf açısından doyurucu Pamukkale Traverten ve Hierapolis gezimizi noktalayıp arka çıkış kapısından ayrılıyoruz. Kalabalıktan ve trafikten dolayı yaklaşık 15 dakika aracımızı beklemek durumunda kalıyoruz. Sonra Karahayıtta yemek yemeğe karar veriyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz, mangal yapan bir kır lokantası vardı, oraya kurulduk ve çok keyifli bir yemek yedik. Aslında ne yemeğiydi o da belli değildi, insanlar o saatte çay içerken biz biralı rakılı mangal yaptık, neyse akşam az yemeğe karar verdik.
 

Artık bugün ayrılıyoruz Denizli'ye veda edeceğiz.  Modern ve yeni inşa edilen Denizli tarafından araba ile geçiyoruz. Türkiye’deki tüm şehirlerimiz gibi burada da Yeni Denizli diye bir bölge var ve buraya Toki konutları inşa edilmiş. Kimileri "modernite" diyecek ama standart, her yerdeki evler ve alıveriş merkezleri gibi olmuş. Ben böyle söylenince aracımızın şoförü bizi çok ilginç bir yere götürüyor. Bayramyeri'nde daha doğrusu yan sokaklarında eski bir seze meyve hali var, burası geçen yıl restore edilmiş. Yine pazar gibi sebze ve meyve satılmakta, ayrıca peynir ve süt ürünleri de ve büyükçe bir markette var. Ayrıca hem cafe hem de restoran yapmışlar. İsmi Çok İyi - avlu bazar. Gerçekten de adı gibi çok iyi. Şehrin içindeki eski bir halin ve pazarın restore edilip tekrar bu amaçla işletilmesi gerçekten şehre değer katmış. Buradan zamanı gelince kalkıp Çardak havalimanına doğru yöneliyoruz. Aslında daha zamanımız var, o yüzden alana gelince girmeyip, Acıgöl kıyısında biraz araçla gidip kıyısında biraz fotoğraf çekip bizi evimize götürecek uçağa binmek üzere alana doğru yola koyuluyoruz.
 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder