27 Mart 2013 Çarşamba

Kamboçya, 2007



Vietnam'ı gezip bitirdikten sonra komşu ülke Kamboçya'ya geçiyoruz.Kısa bir uçuştan sonra Unesco’nun koruma listesinde olan Angkor Vat'a ev sahipliği yapan Siem Reap’e geliyoruz. Başka bir ülkeye – Kamboçya’ya - geçtiğimiz için vize işlemlerinin yapılması gerekiyor. Oldukça kalabalık olan bir salonda önce form alıp doldurup, başka bir memura vize ücreti ile birlikte formu verip beklemek gerekiyor. Vize işlemleri bireysel olarak yapılıyor yani Vietnam girişindeki gibi rehberimiz bunu organize edemiyor, ama öyle çok da problem olmuyor… Yaklaşık 45 dakika sonra otobüs ile Siem Reap’deki otelimize Victoria Angkor’a doğru yola çıkıyoruz. İlk dikkatimi çeken buranın Vietnam’a nazaran daha gizemli, daha az gelişmiş, daha sakin ve çok daha hüzünlü olması oldu. Otelimiz tam çölün içindeki bir vaha gibi yemyeşil, ışıl ışıl havuzu, şık restoranı, açık havada grup için özel 16 kişilik bir masa hazırlanmış, açık büfesi, havuz başındaki barı ile sanki tropik bir adada olduğu izlenimini veriyor. 

Sabah erkenden güneş de çok fazla yükselmeden şirin pembe eski model otobüsümüzle Angkor Vat a doğru yola çıkıyoruz. Angkor Vat buraya hayat veren bir nehir gibi, her şey Angkor üzerine kurulmuş durumda.
Siem Reap’in merkezinden geçiyoruz ve dünkü düşüncelerimin bugün kuvvetlendiğini görüyorum. Kamboçyalılar – Kmerler - hüzünlü bir halk. Tarih içerisinde yaşadıkları felaket onlar için bir yaşam biçimi olmuş, ama bu konuyu içlerine kapatmış vaziyette sessiz, sakin, ürkek ve hüzünlü bir şekilde yaşamaktalar. Caddeler ve binalar da aynı hissi yaşattırıyor insana. Yaklaşık yarım saat sonra Angor Vat’a vardığımızda gördüğüm manzara karşısında düşünüyorum ki  Fransız gezgin Henri Mouhut'un dediği gibi insan Angkor Vat’ı görmeden ölmemeli... Tüm Angkor harabelerini tüyler diken diken vaziyette bir duygu yoğunluğu ile geziyoruz. Sanırım yalnızca tüm grup değil burada bulunan herkes aynı hissiyatı paylaşmaktaydı. Burası yalnızca Budistlerin tapınma mekanı olarak değil, diğer din ve inançlardan olan kişiler için de kaygılarından, huzursuzluklarından ve streslerinden arınma merkezi şeklinde görülebilir. Angkor Vat 1150 yıllarında başta olan  Kral II. Suryavarman tarafından Hinduların Vishnu tanrısına adanarak yapılmış olan ve şimdi de  görkemi ve güzelliği ile  1992 yılından beri Unesco tarafından Dünya Hazineleri adı altında korumaya alınan müthiş bir eser.

Angkor Vat’ı yaklaşık olarak 2 saat gezdikten ve tapınakların kenarlarındaki yaklaşık 80 derecelik eğim ile 200 basamaklı dik merdivenleri tırmanıp, tepeden kuşbaşı tüm alana tekrar baktıktan sonra, bununla da yetinmeyip yaklaşık 5 dakika uzaklıktaki balon ile bir de tüm alanı 100 metre yüksekten seyredip, artık Angkor Vat'a  doyduğumuzdan emin olarak buradan ayrılıyoruz.

Öğle yemeğini gayet keyifli bir yerel restoranda Madam Buterfly da yedik. Buranın sahibesi Fransız, gerek dekorasyon, gerek yemekler, gerekse de servis mükemmeldi. Yemekten sonra yine bölgenin en önemli ören yerlerinden Angor Thom'a geliyoruz. Burası da Kral VII. Jayavarman tarafından yaptırılan 10 kilometrekarelik bir  Kraliyet şehri….  Muhteşem kulesi ile Bayon, piramit şekli ile Baphuon, kutsal saray Phimeanakas, halk seremonilerinin yapıldığı  Fil terası, antik şehrin en önemli anıtları. Buraları da gezdikten sonra yorgun, argın ve toz toprak içinde dönüşe geçiyoruz,
Otele dönüp, temizlenip üstümüzü başımızı değiştirdikten sonra  halk dansları ve müzikleri eşliğinde Aspara restoran da yemek yiyoruz. Şık bir yer ama çok turistik bir menü, fakat buralara kadar geldikten sonra Khmerlerin dansı ve müzikleri bir zaman sonra baygın gelmeye başlasa da, yine de değdiğini düşünmekteyim.

Ertesi gün erkenden ünlü Ta Prom tapınağına gidip oradan da Tonle Sap gölünde gezintiye çıkacağız. Ta Prom çok enteresan bir yerleşim. Buradaki tapınağın içinden çıkan ağaçlar – ki bunlara peynir ağacı denmekte – insan boyundaki kökleri ile ilginç bir görüntü oluşturuyor. Angelica Jolie’nin oynadığı “Tomb Raider” filmi bu bölgede çekilmiş.  

Tapınak alanında Kamboçyalı kadınlar sıcaktan bunalan turistler için tropik meyveleri soyarak satmakta. Yine küçük çocuklar ellerindeki yerel malları 1 $  karşılığında koşuşturarak turistlere satmaya çalışmaktalar. Bu bölgeye yaklaşık 2 saat ayırdıktan sonra ayrılıp Tonle Sap gölüne giderken yol üstünde küçük bir Khmer köyüne uğrayarak, onların yaşantılarını yakından takip etmeye çalıştık. Köyde yaşayanlar o kadar fakir ki – zaten Kamboçya çok fakir - derme çatma evlerinin içi bomboş, tüm hayat dışarıda geçiyor, mutfak diye kullanılan yer, her evin altında küçük bir ocak olan bölüm. Su yok gibi, olan da taşıma su, bidon ve küplerde saklanmakta. Evlerin içine bakmamıza izin veriyorlar, yerde iki adet döşek, bir ip ve bunun üstünde asılı 2-3 parça giyecek, yan odada yerde 6 tane şilte yatak olarak serilmiş vaziyette, köpekler insanlar ile birlikte yaşıyor evin içinde, yine yemek yerken köpekler de aynı yerde yemek yiyor. Biraz fotoğraf çektikten sonra Tonle Sap’a doğru devam ediyoruz. Tonle Sap buraya hayat veren bir göl ve buradan doğan aynı isimli Tonle Sap nehri Phnom Phen’e kadar akarak, dünyanın en uzun onuncu nehri Mekong ile birleşmektedir. Tonle Sap gölü Kamboçya’nın can damarı, 1997 tarihinde Unesco tarafından gölün tamamı bir çevre koruma programı olan “insan ve biyosfer” kapsamında koruma altına alınmıştır. 

Göldeki yaşam bizim standartlarımıza pek uygun değil. Aileler küçük bir teknede çoluk çocuk yaşamaktalar. Tüm su ihtiyacı Tonle Sap’dan karşılanmakta. Yemek bu suyla yapılıyor, duş ve temizlik, hatta tuvalet ve kanalizasyon olarak bile bu su kullanılmakta, bu su da avlanılmaktadır. Biz kuru mevsimde gittik, su bulanık çamur gibiydi, koku yoktu, yine de teknenin içinde giderken gölden üzerimize su sıçramaması için de büyük özen gösterdik. Burada yaşayanlar bir nevi bağışıklık kazanmışlar, ama bu suyun hem yemek hem de bulaşık için kullanılması mantığı, en azından bende kötü bir etki yarattı. Tonle Sap gezintisi yaklaşık 2 saate yakın sürdü, evler daha ziyade sazlıkların arasına konuşlanmış vaziyette. Daha büyük tekneler okul, hastane, market, restoran görevi görmekte. Herkes yaşamını göle göre adapte etmiş. Gölde yaşayan canlı türleri arasında dev yayın balıklarının yanı sıra timsahlar ve 13 değişik kaplumbağa da Tonle Sap’ın faunasını oluşturmakta. Sazlıklardan ayrılıp daha açıklara çıkılınca uçsuz bucaksız bir su görülmekte ve her ne kadar biz o saatlere kadar kalamadıysak da, akşamları gölün üzerindeki güneş batışı herhalde şairane duygular uyandırmakta insanlarda. Tonle Sap gezisi bitince kendimizi tekrar karaya atıp otele dönüş yoluna çıkıyoruz. Otele dönmeden önce Siem Reap merkezindeki büyük pazarı geziyoruz. Tabi yorgunluktan dolayı pazar gezisi kısa sürüyor ama yine de herkes eli kolu hediyelik eşyalar ile dolu olarak otele dönüp, akşamki gala yemeği için hazırlanmaya başlıyor. Seyahatin ve de Siem Reap’teki son akşam yemeği Viroth’s da. Mekan şık bir açık hava restoranı. Yüksek sırtlı iskemleler, tavanda metal borular. Yanlar açık, setler yapılmış, ve içerisi silme insan dolu. Bar ve Wc lerin bulunduğu yere yakın  akan sudan oluşturulan bir duvar ve çakıl taşları konulmuş. Khmer mutfağının modern ve şık sunumlarını tadıyor ve keyif alıyoruz. Patlıcan ile yapılmış ve içinde Lemongras kullanılmış bir yemek vardı ki bu benim çok hoşuma gitti.

Sabah erkenden Phnom Penh’e uçtuyoruz. Bana çok sıradan bir şehir geldi Kamboçya'nın başkenti. Kraliyet sarayını uzaktan görüp fotoğraf çektikten sonra Ulusal Sanat müzesini gezdik. Bu şehre de Mekong nehri hayat vermekte. Debisi yüksek bir akarsu, kuru mevsim olmasına rağmen çağıl çağıl akıyor… Öğlen, seyahatin son yemeğini Khmer Surin’de yiyerek Khmer mutfağına veda ediyoruz. Gerek Siem Reap’teki restoranlar, gerekse buradakiler sofra düzenine büyük özen göstermekte, pırıl pırıl ve rengarenk örtülerle mekanın içini süslemekteler, garsonlar kibar ve istediğinizi anladıkları ölçüde hemen yerine getirmekteler. Bana göre Khmer mutfağının en önemli özelliği yemeklerin çok büyük bir kısmında Lemongrass kullanılması. Havaalanına gitmeden önce, vakit de elverdiği için bir durak daha yapmak istiyoruz. Zamanında korkunç bir trajedinin yaşandığı “Ölüm Tarlaları”na – killing fields- süremizin azlığı ve buraya olan uzaklığından dolayı gidemiyoruz ama jenosid ve etkilerinin görülebileceği soykırımı müzesini gezebilmek için daha vaktimiz var.
   
Daha kapıdan girerken moralimiz bozuluyor çünkü müzenin girişinde burnu olmayan yüzü yanmış bir kişi bizden para dileniyor. Pol Pot zamanından hayatta kalanlardan biriymiş. Pol Pot rejiminden aslında hiç bahsetmek istemiyorum ama Khmer insanının yüzündeki ifadenin, üzüntü ve kaygının nedeni ancak bu rejim, bu soykırım görüldükten sonra az biraz anlaşılabilmekte. Eğitim almış olan kişilerin yanı sıra gözlük takan kişilerin bile – gözlük taktığına göre okuyordur mantığından dolayı  - pirinç tarlalarına sürülmesi, burada ölesiye çalıştırılması ve burada ölüme bırakılması, bu insanların yine kendilerinden olan, aynı kanı taşıyan bir diktatör tarafından soykırıma uğratılmaları, yaşadıkları zor şartları açıklamaktadır. Müzeyi gezerken içimiz kötü oluyor çünkü her an gerçek kafatasları, iskeletler ve işkence aletleri görülmekte. Yine de burayı gezmek bir dönem Kamboçya’da yaşanan zulmü anlamak açısından çok önemli.

Bence Vietnam - Kamboçya müthiş güzel bir gezi oldu. Sadece değişik kültürleri öğrenmek veya egzotik mutfakları tatmak açısından değil yeni dostlar edinme açısından da çok olumlu ve başarılı bir seyahatti.
Kamboçya'da gidilen restoranların isim ve adresleri. 
Madame Butterfly:  National 6 Airport road Siem Reap Tel: 016 909 607
Viroth’s               :  No 246 Wat Bo Street  Siem Reap Tel:  0 1695 1800
Khmer Surin        :   9.Street 57 Phom Penh Tel : 023 363 050


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder