16 Mart 2013 Cumartesi

Ürdün...,2009


28 Ekim 2009 gecesi İstanbul’ dan Amman a uçtuk. Uçuş kısa sürüyor,  iki saat on dakika da Amman Kraliçe Alia Havalimanına indik. İstanbul’dan Amman’a her gün en az bir kez sefer bulunmakta. Tek dezavantaj seferlerin gece olması. Ürdün ile aramızda saat farkı yok. İlk gece iner inmez kendimizi otele attık. Sheraton Otel çok keyifli ve büyük. Bizim odamızın bir özelliği de oldukça büyük bir terasımızın olması. Burada altı kişilik grup içkilerimizi içip erkenden yattık çünkü ertesi gün programımız oldukça yoğun. 


Erken bir saatte kahvaltıdan sonra şoförümüz Kheiri (Hayri) ile birlikte Amman’dan çıkıp güneye doğru yol alıyoruz.  İlk durağımız burada Ortodokslarca kutsal sayılan Mabada’yı ve


             
buradaki, içinde çok önemli mozaikler barındıran 
Yunan Ortodoks kilisesini geziyoruz.Mozaiklerin büyük bölümü bozulmadan korunmuş. Kilisenin zemindeki mozaiklerden oluşturulmuş olan harita  Kudüs, Ürdün nehri, Kızıldeniz, Akdeniz gibi eski dönemlerde de önem arz eden yerleşim yerlerini kusursuz olarak göstermekte. Buranın çarşısında biraz gezindikten sonra Hz. Musa’nın mezarının olduğu sanılan Mount Nebo’ya geliyoruz.Girişte katman katman kayalardan oluşturulmuş bir Musa sütunu bizi karşılıyor. Burayı detaylı bir şekilde gezdikten ve tepeden bakınca görünen, dünya tarafından Vaadedilmiş Topraklar (Promised Land)
olarak bilinen uçsuz bucaksız ama kıraç araziyi de gördükten sonra yola devam ediyoruz.  Yaklaşık birkaç kilometre gittikten sonra yalnızca bedenen sakat kişilerin çalıştığı bir hediyelik eşya atölyesini ,                        
burada yapılan mozaiklerin üretim tekniklerini görüp birkaç parça eşya satın aldıktan sonra Ölü Deniz (Death Sea) diye de bilinen Lut Gölü’ne doğru devam ettik. Şoförümüz Khairi sürekli buralar hakkında bilgi verip bizlerle konuşuyor, kendisi çok sempatik bir Filistinli ve bize İsraillilerin zalimliklerini anlattı.  Kısa bir aradan sonra Lut Gölüne varıyoruz.Göl kenarında bir çok uluslararası otel zinciri tesis kurmuşlar, biz daha yerel bir tesise gidip üstümüzü değişip, mayo giyip Lut gölüne girmeye karar veriyoruz. Lut gölünde tuz oranı o kadar fazla ki Akdeniz’de – ki tuzlu denizlerden biridir - % 3 olan tuz oranı burada % 28. Göl deniz seviyesinden 400 m aşağıda olup dünyanın en alçak noktasıdır.

                    
Lut gölü veya Ölü deniz bir deneyimdi.Canlı hayvan ve yosun olmayan gölde kafayı suya sokmak tehlikeli. Su o kadar tuzlu ki suyu vücutta açık yara varsa veya yanlışlıkla göze su kaçarsa ciddi hasar görmektesiniz. Ama başka olumlu özelliği de suda batmıyorsunuz.İnsanlar bacak bacak üstüne atarak suyun içinde o şekilde kalmakta ve  gazete okuyabilmekteler.  Burada biraz zaman geçirip cayır cayır yanan bir havada bir arap ülkesinde buz gibi bira içerek deneyimimiz hakkında yorumlarda bulunduk. Sabah yoğun kahvaltıya rağmen acıkınca buraya özgü fallafel, hummus, baba ganuş  gibi yemeklerden yiyip yola koyulduk. Yaklaşık 1,5 saatlik bir yoldan sonra   Musa pınarına (Mousa’s spring) geldik. Kötü bir bina, kötü bir çeşme içeride garip tipler bir pınardan akan suyu şişelere doldurup şifa diye içmekte ve arabalarına taşımaktalar. Orada fazla oyalanmadan Petra’ya otelimize girmeden Petra harabelerinin bir kısmını  tepeden gören müthiş bir gün batımı sunan tepeye çıkıp, fotoğraflar çekip otelimize doğru yollanıyoruz.


Yerleştikten sonra keyifli otel barında ayak üstü bir şeyler atıştırıp “Petra by Night” turuna katılmak üzere şehre iniyoruz. (Otelimiz şehrin tepelerinde) “Petra by Night” turları ilk 2009 yılında  başlamış ve haftada 3 gece yapılmaktaymış. Bize ilginç geldi buralardan ayarladık. Olay şu: buraya bilet alan herkes saat 20.30 da Petra’nın girişine toplanıyor ve saat 21.45 de kapılar açılıyor. Mehtap varsa müthiş keyifli bir şekilde mumların arasından yürüyerek – ki buranın turizm enformasyonuna göre 800 metre ama ertesi gün ölçüp biçince kesinlikle 2,5 km lik bir yolu koştura koştura yürüyorsunuz . Neden koşturmaca çünkü arkadan yüzlerce insan gelmekte… Maratonun sonunda “Treasury” yani hazine diye bilinen yere meydana geliniyor ve  kesif bir sidik kokusu eşliğinde yerlere serilen kilimlerin üzerinde kekik çayı içerek tam arap işi bir müzik dinletisi izliyoruz. Aslında ortam çok romantik, hafif ve egzotik bir aydınlatma veya burası ile ilgili bir canlandırma olsa gerçekten muhteşem bir deneyim olacaktı. Ama Allahtan müthiş güzel bir dolunay ve hareketli bulutlar var dolayısıyla en azından o havayı biraz kurtarıyor. Gösteri yaklaşık 20 dakika sürüyor ardından 10 dakika da arap aksanı ile İngilizce konuşan bir kişi biraz felsefe yapıyor ve kalabalık dağılma moduna geçiyor. Yol yine aynı şekilde hızlı bir tempo ile 35 dakika sürüyor ama bu sefer herkes çok daha fazla yoruluyor çünkü yokuş yukarı tırmanılıyor. Fikir çok güzeldi ama organizasyon sınıfta kaldı.



Sabah erkenden kahvaltıdan sonra tekrar Petra’ya geliyoruz. Bu sefer gece mum ışığında gördüğümüz bu görkemli yeri güneşli bir günde geziyoruz. Bir önceki gecenin yorgunluğundan dolayı ve de daha önce İstanbul’dan rezerve ettiğimiz at arabalarını istiyoruz, Araplar 60 yaşında olmadığımız için vermeye yanaşmıyorlar ama yinede kavga dövüş 3 adet atlı payton alıp Petra harabelerindeki hazineye kadar atlı araçlar ile gidiyoruz. Aslında bel probleminiz varsa at arabaları kesinlikle size uygun değil. Çünkü çok iptidai ve ilkel, atları da çok koşturuyorlar, 1,5 kişinin ancak oturağı yere 3 kişi oturuyorsunuz, yani dönüş yolunda en azından ben kararımı yürümek şeklinde değiştiriyorum. Petra harabeleri tek kelime ile büyüleyici. Kum taşı (sandstone) kayalarına oyularak inşa edilen kilise, evler, hazine binası,manastır ve mezarlar gerçekten sizi alıp götürüyor. Bana oldukça ilginç gelen bir mimari özellik ise iki bin yıl önce buralara oyularak yapılmış olan temiz su kanalları… Alan olarak ülkemizin gururu Efes harabelerinden çok daha büyük alan kaplayan bir ören yeri Petra. Manastıra çıkabilirseniz –çünkü çok yüksek ve yaklaşık 500 basamak ile çıkılmakta, veya eşekler ile çıkabilirsiniz- kuşbakışı Petra’yı görürsünüz. Bence tam bir gün ayırmak bile bu görkemli ören yerine yeterli değil. Öğle yemeği için bu ören yerinde iki alternatif var, bize önerilen “Basin Restaurant” Crowne Plaza otelleri tarafından işletilen bir bedevi restoranı çok memnun kalıyoruz, fiyatlar da hiç kötü değil. Zaten Ürdün genel olarak çok da pahallı bir ülke değil. Tam manastıra çıkılan yolun başında ki “Basin” restoranın açık hava terasında keyifli bir yemekten sonra açık havada sergilenen mozaikleri görüp, dönüş yoluna geçiyoruz. Bir çok ABD ve İngiliz eğitim kurumu (Harvard, Brown University v.s) buradaki kazılara katılmakta ve bu önemli antik kenti gün yüzüne çıkartmaya katkıda bulunmaya çalışmaktalar. Burada çok enteresan bir kişilik ile tanışıyoruz. Petra harabelerinin içinde gayet kaliteli hediyelik eşyalar satan bir genç aynı zamanda “Married to a Beduin” isimli bir kitabın da satışını yapıyordu. Tüm dünyada ses getiren, Avustralyalı bir kadının Ürdün’e gelip burada aşık olduğu bir bedevi ile birlikte olduktan sonra kaleme aldığı “Bir bedevi ile evli  olmak” kitabının yazarının oğlu idi genç delikanlı.  
Dönüş yolunu başta da belirttiğim gibi yürüyerek yaptım.Hemen bir saptama burada anormal derecede çok insan görmektesiniz, her milletten gelen gezginler vardı, üstelik herhangi bir bayram falan da değildi. O yüzden gitmeyi düşünürseniz kesinlikle kalabalık bir insan topluluğu ile birlikte olacağınızı hesap edin. Otele gidip biraz dinlendikten sonra tekrar merkeze geliyoruz. Petra’s Kitchen diye bir yerde yemek yiyeceğiz. Bir gece önceden rezervasyon yaptırdık zaten rezervasyonsuz giremiyorsunuz. Saat 18.30 da orada olmak gerekiyor. Çok keyifli bir yer, 45-50 kişi alıyor. Bizim gittiğimiz gün 3 farklı milletten insan vardı, herkesi anons ediyorlar, Türkiye’den 6 kişi, Almanya’dan 26 kişi ve Abd den 17 kişi diye.(Kısa bir not, burada Ürdün’de havamız yerinde çünkü Türkleri aşırı derecede sevip sayıyorlar) Konsept gayet keyifli düşünülmüş, tüm masalar yemek yapılmak  ve pişirilmek üzere hazırlanmış. Yani yemekleri bizlere yaptırıyorlar. Bir liste hazırlamışlar. O gün bizlerin hazırlayacağı menü : Mercimek çorbası, Arap salatası,Baba Ganush, Tabooleh, Cacık, Galaya Bandurra, Kimyonlu  ve peynirli börekler …  Tavuk bazlı Ana yemeği –Manglu Bah – restoran hazırlamakta. Bugüne kadar yaşamadığımız bir deneyimdi, domates kesip, soğan rendeleyip sarımsak dövmek karıştırmak, mercimekleri haşlayıp ezmek,  pişirmek falan… Tabi ki bunları yaparken şefler, aşçılar etrafımızda fır dönüyor garson ve komiler sürekli şarap bira ve meşrubat servisi yapmaktaydılar. Bunlar piştikten sonra diyebilirim ki Ürdün’de en keyifli yemeğimizi yedik. Saat 22.00 de işimiz bitti ve biz de sabah çok erken – 03.30 da – otelden ayrılacağımız için hemen yatıyoruz.
Sabah bu saatte çıkmamızın nedeni bir zamanlar vaha olan şimdi ise kırmızı kumları ile dikkat çeken ve aydan bile görüldüğü söylenen, “Kızıl Gezegen” isimli filmin çekildiği Wadi Rum a gidip, gün doğumunda  balona binebilmek içindi. Şoförümüz Khairi’nin  dakikliği ile balon alanına zamanında geldik ama bizden başka kimse yok, hadi telefonlar falan insanlar bulunuyor balon şişmeye başlıyor ve güneş doğduktan yaklaşık yarım saat sonra falan balon gezimiz başlıyor. Benim hareketli balon ile ( sabit bir yere bağlı olarak yükselip alçalan balon deneyimini Kamboçya Siem Reap de yaşamıştım) ilk deneyimimdi ve çok etkilendim.
 

Hem de Arapların organizasyonunda. Burada yanlış anlaşılmasın ırkçılık veya ayrımcılık falan yapmıyorum ama herhalde sıcaktan arapların kanları daha ağır akmakta. Dünyanın başka hiçbir coğrafyasında böyle pahallı bir organizasyonda  bir saat gecikmezsin. Ama tekrar ediyorum bence hem keyif açısından hem de fotoğraf çekmek açısından en güzel işlerden biri balon ile seyahat etmek. Bir ara 1500 metreye çıkınca biraz ürktüm ama eğer yükseklik korkunuz yoksa çok keyifli bir olay. Öğrenmenin sonu yok bir şey daha öğrendim balon ile ancak bir yöne – rüzgarın estiği yöne – doğru gidebilmektesiniz tekrar kalktığınız yere iniş yapılamamaktadır. Burada da öyle oldu bindiğimiz yerden 5 km kadar kuzeye iniş yaptık. Balon ile 1 saate yakın gezdikten sonra (bu arada arkadaşlarımızın demesine göre bu güne kadar çok balona binmişler fiyat olarak 225.-US $ kişi başı Türkiye’de Kapadokya da yapılandan bile daha ucuzmuş)  balondan indikten sonra kekik çayı, meşrubat ve hurma kaptanın bizlere ikramıydı.


Buradan aracımıza binerek çölün içinde bir bedevi toplanma yerine gidiyoruz. Ve bizi alacak olan jeepleri  bekliyoruz. Dört çekerler ile çölün içinde bayağı turluyoruz çok olmasa da bedevi erkekleri görüyoruz. Kadınlarını soruyoruz onlar dışarı çıkmazlarmış bir tane tesadüfen görüyoruz peçesi kapalı bizi görünce bir aracın arkasına saklanarak bize fotoğraf vermiyor. Öğle yemeği saatinde buradaki yemeği es geçerek doğrudan Kızıldeniz kıyısındaki  Akabeye gitmeye karar veriyoruz.



Akabe deki otelimiz Radisson ve gerçekten çok güzel medeni ve Kızıl denize hakim bir konumda. Ürdün’ün Kızıldeniz’e kıyısı yalnızca 18 km imiş . İsrail’in ise 10 km kıyısı var buraya.Akabe Eilat ile komsu ve Eilat da müthiş modern bir yerleşim var. Yüksek binalar ışıl ışıl. Akabe de çok kötü değil ama Eilat ın gölgesinde sönük kalmakta. Kızıl denizde İsrail’in de kısyısı çok kısa ama işte herkes denize bir çıkış bulmuş kendine buralarda. Akabe’de çok modern ve büyük bir liman var. Burada Akabe körfezinde sürekli ABD bandıralı savaş gemilerini görmek ise keyif vermiyor bizlere. Barış ortamında İsrail’in Ürdün ve Mısırdan bu kadar korkmasını anlamak da çok anlamlı gelmiyor insana. Çok yorgun olduğumuz için Akabe körfezine girerek serinleyip içki içiyoruz ve akşam da Akabe pazarına ve oradan da buraların en iyi deniz mahsulleri restoranı olan Ali Baba ya gidiyoruz. Pazar da pek bir şey yok veya artık bizler doymuşuz bu tip ürünlere.Hazır Humus konservesi ve hurma alıyoruz. Yine Ürdünlü sanatçıların hazırladığı new age tarzında müzik cd si alış veriş listemizde. Pazar kalabalık ve oldukça düzenli burkalı, peçeli ve başı kapalı çok sayıda kadın alışverişte.  Ali Baba da ise iyi yemek yedik ama yine de benim beklentim daha yüksekti. Küçük bizim hamsiye benzer kızartma balıklar yağ çekmişti ve ahtapot da lastik gibiydi. Ama olsun keyifli bir geceydi. Ertesi gün erkenden bir tekne ile dalışa gidiyoruz. Bugün burada son günümüz akşam Akabeden Amman a uçup oradan da sabaha karşı saat 03.00 de İstanbul a devam edeceğiz.  Kızıldeniz deki dalış oldukça keyifliydi. Belki buradaki mercan kayalıkları Meksika ve Avustralya’daki Great Barriere Reef gibi değildi ama yine de çok sayıda değişik ve rengarenk balık ile birlikte yüzmek, gerçekten batmış bir gemiye dalış yapmak, tüp ve kompresörler ile dalış yapanları izlemek onların çıkarttıkları hava kabarcıkları ile balıkların dans etmelerini seyretmek bana iyi geldi. Yaklaşık 3 saatlik tekne turundan sonra otelimize dönüp bu sefer de burada havuz ve havuzun içindeki barın keyfini çıkardık.Aksam saatine kadar havuz başı keyfi yaptıktan sonra Akabe havaalanına giderek Royal Jordanian Airways ile 45 dakikada Amman a ulaşıyoruz. İstanbul a dönüş uçağımız geç olduğu için burada müzikli Kan Zaman isimli şehrin dışında bilinen bir arap restoranına gidiyoruz. Biraz turistik olmakla birlikte fena değildi ama boştu. Aslında burası oldukça büyük bir yer gayet otantik döşenmiş,  dışarıda çok güzel küçük butikler olan bir yer. Yemekler klasik humus , felafel, babaganuş gib arap yemekleri ama  kanuna benzer ve ne olduğunu pek anlamadığımız bir müzik aletini çalan yaşlı bir müzisyenden başka bir atraksiyon olmadığı için burada işimiz erken bitiyor doğruca havalana yönleniyoruz. Çok doğru bir hareket değil çünkü burada uçuştan ancak 2 saat önce içeri girebiliyorsunuz. Bu iki saat gelene kadar da terminalde çok rahatsız koltuklarda beklemek zorunda kalıyorsunuz. Neyse ki zaman akıp gidiyor, uçuş saatimiz geliyor ve biz de uçağımıza binip evimize geri dönüyoruz.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder